Yayın Tarihi : 28.09.2025 21:10
BENLİĞİN MASKELERİ:
Ressentiment Kavramı Üzerinden Bir Eleştiri
Ressentiment: Nietzsche’nin felsefesinde, zayıf olanın güçlüye doğrudan karşılık verememesi durumunda içinde büyüttüğü ve zamanla bütün benliğini kuşatan bir intikam duygusu olarak ortaya çıkar. Bu duygu, zayıfı “için için kaynayan” bir varlığa dönüştürür. İçsel ve yakıcı bu tortu, herhangi bir diyalogda, olayda ya da ilişkide çatlaklardan sızarak kendini açığa vurur.
Bu çalışma, ressentiment kavramını kadınlar arasındaki çekişme ve gerilimler üzerinden görünür kılmayı amaçlamaktadır.
Nietzsche’nin İlişkilere Bakışı
Nietzsche’nin dünyası, ilişkilerin basitçe sevgi, dostluk ya da nezaket etrafında döndüğü bir yer değildir. O, insanın temel itkisinin güç olduğuna inanır ve bu itkiden doğan arzuların sıradan durumlarda dahi kendini gizleyerek ortaya çıktığını söyler. Ona göre, ilişkilerdeki sevecenlik bile çoğu zaman birer kamuflajdır: insan, sevgi sayesinde başka bir bedeni ve zihni kendi iradesi altına alma olanağı bulur.
Bu iktidar arzusunun en belirgin görünümlerinden biri aşk ve dostluk sahnesinde karşımıza çıkar. Nietzsche, “Aşkın en saf hali bile egoizmin en zarif görünüşüdür”diyerek aşkı bir sahip olma arzusuyla, kişisel bir genişleme ve mülk edinme dürtüsüyle eş tutar. Romantik kültürün sevginin yüceliğini anlattığını ancak bu yüceliğin altında yatan içgüdünün “başkalarını kendi dünyasına dahil etme” isteği olduğunu vurgular. Bu bakış açısı, karşılıklı özveri ve adanma hikâyelerinin ardında saklı olan kendi çıkarlarımızı sorgular.
Nietzsche’nin bu kritik bakışını özellikle kadın-erkek ilişkilerinde açıkça görürüz. Kadın sevgisinin iman edercesine teslimiyete eğilimli, erkeğin sevgisinin ise sahip olma arzusuna dayalı olduğunu söylerken aslında cinsiyetler arası güç dengesizliğinin altını çizer. Sevgi kelimesi, hazzın ve ihtirasın parıltısıyla bezense de, duygunun arkasındaki asıl itki bir tür güç birikimidir. Bu durum, birinin diğerini koruma, gözetme, yönlendirme gerekçesiyle hayatına müdahale etmesini de meşrulaştırır.
Bu çalışmada tam da bu noktadan hareket ediyoruz. “İyi niyet” kılıfı altında sergilenen davranışların ardındaki iktidar savaşlarını incelemek, ilişkilerdeki maskeleri soymak, sevginin ve dostluğun ardındaki hınç ve kıskançlığı anlamak istiyoruz. Özellikle kadınlar arasındaki ilişkilerin bu dinamiklerle nasıl örüldüğünü mercek altına alarak, koruyuculuk maskesi altında gizlenen tahakküm biçimlerini Nietzscheci bir psikanalizle irdeleyeceğiz.
Nietzsche’nin Ressentiment kavramını merkeze alarak, basit bir ahlaki yargıdan ziyade, bastırılmış güç arzusunun nasıl şekillendiğini, yüceltildiğini ve sonunda bizi yöneten bir koda dönüştüğünü tartışacağız. Amacımız, maskelerle yüzleşmek ve hayal ettiğimiz iyiliklerin ardındaki gerçek motivasyonları açığa çıkarmak; çünkü ancak bu şekilde özgür iradeye saygı duyan, eşitlikçi ve samimi bir ilişkiler ağı kurabiliriz.

Olumluluk Maskesi ve İktidar
Bu kısımda olumluluk maskesiyle sergilenen davranışların psikanalitik kökenlerine inecek ve bu maskenin kişiler arası güç dengesini nasıl bozduğunu örneklerle açıklayacağız. Bu maskenin özellikle kadınlar arası ilişkilerdeki görünmez etkisini, günlük hayat sahneleri üzerinden yorumlayarak, maskenin altındaki iktidarı görünür kılacağız.
Günlük yaşamda “iyi niyet” üzerine kurulu pek çok etkileşimle karşılaşırız. Bir arkadaşın ısrarla tavsiye vermesi, bir anne veya baba figürünün “senin iyiliğin için” diye başlayan sözleri, ya da yakın çevremizin “ben olmasam başına neler gelirdi” minvalindeki uyarıları. Bu sözler ilk bakışta sevgi ve koruma içerse de, Nietzsche’nin dikkat çektiği üzere, arka planda çoğu zaman gizli bir kontrol ve yönlendirme isteği vardır. Bu istek, iyiliksever bir dış görünüşle sunulsa da, muhatabın özgür iradesini gölgede bırakır.
Toplumsal cinsiyet rolleri, bu maskeyi takanların elini güçlendirir. “Kadın korunmalıdır” anlayışı yüzyıllardır kültürel kodlarımızın parçası olarak öğretilmiştir ve bu öğreti, koruma adı altında kurulan tahakkümü normalleştirir. Bu senaryoda koruyucu rolünü üstlenen kişi, kadınların kırılgan, kararsız veya yetersiz olduğunu varsayar ve onların adına karar verme hakkını kendinde görür. Böylece “iyi niyetle” yapılan bir eylem, özünde bir diğerinin benliğini nesneye dönüştürmenin bahanesi olur.
Kadınlar arası ilişkilerde bu maskeli iktidar çok daha sinsi çalışır. Erkeklerin korumacılığı dışarıdan daha belirgin ve tartışmaya açıkken, kadınlar arasında kurulan koruyucu dil çoğu zaman “kadın dayanışması” etiketiyle kutsanır. Bu dayanışma, birbirini güçlendirmekten ziyade, bir kişiyi grup içinde pasifize etme ve yönlendirme aracı haline geldiğinde, dışarıdan tanımlanmayan bir hınç ilişkisine dönüşür. Koruyucu rolünü üstlenen kadın, diğerinin seçimlerini onaylamadığı durumda onu açıkça değil, dolaylı yollarla cezalandırır; alttan alta ona duyduğu haseti ve kontrol isteğini “ben senin için üzülüyorum” cümleleriyle paketler.İyiliğin iktidar aracı haline getirilmesi, maskelerin en tehlikeli olanıdır çünkü tepki vermeyi zorlaştırır. Karşınızda sizi sevdiğini, düşündüğünü söyleyen birini bulduğunuzda, onun davranışlarının arkasındaki niyeti sorgulamak çoğu zaman suçluluk hissi yaratır. Toplum da bu suçu destekler; aile içinde ebeveynlere, ilişkilerde erkeklere, arkadaş gruplarında sessiz liderlere yönelttiğiniz en ufak bir eleştiri bile nankörlük olarak damgalanır. Böylece iyi niyet maskesi, sorgulanmaz bir kutsal haline gelir ve baskı kurmanın en maharetli yolu olur.
Ressentiment ve Hıncın Psikodinamiği
Bu kısımda, hıncın nasıl bir kişilik yapısı yarattığını, bu yapının ilişkilerde nasıl tezahür ettiğini ve özellikle kadın dayanışması adı altında nasıl maskelendiğini sorgulayacağız. Psikanalitik teorilerden yararlanarak, ressentiment’in köklerini ve sonuçlarını analiz edeceğiz. Bununla birlikte, hınç duygusunu tanımanın, özgürleşme yolunda atılacak ilk adımlardan biri olduğunu, bu yüzden hıncın inkâr edilmesinin değil, yüzeye çıkarılmasının önemli olduğunu vurgulayacağız.
Nietzsche’nin düşünce dünyasında “ressentiment”, sadece bir duygusal tepki değil, bütün bir ahlaki sistemin kaynağıdır. Fransızcadan gelen bu kavram, hınç, haset ve bastırılmış öfkenin karışımı olarak tanımlanır; kişi kendini güçsüz hissettiğinde, bu güçsüzlüğün yarattığı acı ve kıskançlığı doğrudan ifade edemez. Bunun yerine, bu duyguları ahlaki bir perspektifle dönüştürür: güçlü olanı kötü, zayıf olanı iyi ilan eder. Böylece acizliğini erdeme çevirerek kendine üstünlük hissi yaratır.
Ressentiment’in psikanalitik derinliği, bireyin bilinçdışı süreçlerinde saklıdır. İnsanın en temel dürtüsü olan güç istenci, dış dünyadaki engeller karşısında tatmin olmadığında içe döner ve biriktikçe zehirlenir. Gücünü dışarıya yöneltemeyen birey, kendi iç dünyasında bu güç arzularını bastırır ve onları ahlaki söylemler aracılığıyla yeniden paketler. Böylece, “ben yapamıyorum, o halde yapan kötü” mantığı ile kendi başarısızlıklarını gerekçelendirir. Bu süreçte ressentiment, sadece bir savunma mekanizması değil, bir saldırı biçimi haline gelir; kişinin kendi yetersizliğini, başkalarının özgürlüğünü kısıtlayarak telafi etmeye yönelik bir hamleye dönüşür.
Kadınlar arası ilişkilerde ressentiment, görünürdeki dayanışma zeminini sarsan bir faktördür. Kendini gerçekleştirme imkânı bulamamış, yaşamını başkalarının beklentileri doğrultusunda şekillendirmiş bir kadın, başka bir kadının özgürlüğü karşısında rahatsızlık duyar. Bu rahatsızlık, doğrudan bir kıskançlık ifadesi olarak ortaya çıkamayınca, “senin iyiliğin için” cümlelerine sığınır. Böylece kendi içindeki yetersizlik duygusunu, karşısındakinin tercihlerine müdahale ederek bastırır. Rasyonel argümanlarla süslenmiş bu müdahale, aslında bastırılmış hıncın bir göstergesidir: “Ben yapamadım, sen de yapma” demenin en kibar halidir.
Ressentiment’in ürettiği köle ahlakı, güçlü olanı ve yaratıcı olanı suçlayarak kendi acizliğini yücelten bir etik geliştirilmesine neden olur. Toplumsal normların ve dinin de desteğiyle şekillenen bu ahlak, fedakârlık, alçakgönüllülük ve özgecilik gibi erdemleri idealize eder. Ancak bu erdemlerin ardında yatan asıl motivasyon, başkalarını kontrol altında tutmaktır. Kişi, başkasının mutluluğunu engelleyerek, kendi başarısızlıklarının yükünü hafifletir. Bu nedenle ressentiment, bireysel bir his olmanın ötesine geçer; bütün bir toplumun değerler sistemini belirler hale gelir.
Kadınlar, Maskeler ve Korumacılık
Bu başlık altında, korumacı kadın figürünün bireysel ve toplumsal kökenleri araştırılacak. Bu figürün kendini kurban ve kahraman olarak tanımlarken aslında nasıl bir iktidar kurduğunu, kendi mutluluğunu başkasının hayatına ipotek ederek nasıl varlık kazandığını irdeleyeceğiz. Analizlerimiz, bu tür ilişkilerin karşılıklı bağımlılık yarattığını ve bu bağımlılığın kadın dayanışması kavramını zehirlediğini ortaya koyacak.
Korumacılık maskesi takan bir kadın figürü, güçsüzlüğün yarattığı hıncı iyilik adına paketler. Çoğu zaman, bu kadınların hikâyesi “senin için yapıyorum” sözüyle başlar ve “bana muhtaçsın” iddiasıyla devam eder. Kendini yeterli görmeyen, yaşamını başkaları üzerinden anlamlandıran bu figür, ötekinin iradesini kendi uzantısı gibi kurgular. Onun adına karar vermek, yaşam alanını belirlemek, ilişkilerini düzenlemek bir tür varoluş sebebine dönüşür. Oysa bu süreçte sevgi değil, bağımlılık geliştirilir; diğer kadının ışığı söndürülerek, onun gölgesi altında bir varoluş kurulur.Korumacı kadın figürünün en sık rastlanan özelliklerinden biri, duygusal rehin alma taktiğini ustalıkla kullanmasıdır. Bir taraftan “dışarıdaki herkes sana kötülük yapabilir, ben yanındayım” diyerek güven verir; diğer taraftan her seçiminde onu yargılar, sınırlar ve yönlendirir. Kendi doğrularını mutlak hakikat olarak sunar, ötekinin sezgilerini ve tercihlerini küçümser. Bu manipülatif tavır, bazen metaforlarla bazen esprilerle süslenir; alay ve iğnelemelerle bezeli bir dil, karşıdaki kişinin özgüvenini kırar. Sonuçta, korunan kişi, yavaşça kendini sorgulamaya başlar: “Acaba ben tek başıma karar veremiyor muyum?”Böylece koruyucu figür, gerçek bir özne olmaktan çıkıp ötekini kendi yörüngesine çektiği bir merkez haline gelir.
Korumacı kadının kullandığı maskeler arasında merhamet, ilgi, hayvan sevgisi gibi toplumca övgü alan roller de vardır. Bu figür, sokakta gördüğü kedilere şefkat gösterirken, evinde yakınlarına duygusal baskı uygulayabilir. Hayvanlara duyduğu sevgi üzerinden kendini iyi ve vicdanlı bir insan olarak görürken, bu sevginin ardındaki kimlik ihtiyacını görmez. Çoğu zaman hayvanlara şefkat göstermek, başkalarını yönetme dürtüsünün bir telafisi haline gelir; dışarıda masum, içeride tahakkümkâr… Nietzsche’nin ressantiment kavramı bu noktada devreye girer: dışarıda sergilenen iyi niyet, içerideki hınç ve yetersizlik duygusunu maskelemeye yarar.
Kadın Gruplarının Tomografisi
Bu kısımda ise kadın gruplarında ortaya çıkan bu görünmez tahakküm ağlarını, sosyolojik ve psikanalitik açıdan çözümleyeceğiz. Her grup yapısının kaçınılmaz olarak lider ve takipçi rollerine sahip olduğunu kabul ederken, bu rollerin nasıl saptığını, hangi değerlerle meşrulaştırıldığını tartışacağız. Ayrıca, gerçek dayanışmanın farklılıkların kabulü ve karşılıklı özgürlüğün tanınmasıyla mümkün olduğunu, aksi takdirde grup içi hıncın bireyleri tükettiğini vurgulayacağız.
Arkadaş grupları ve dayanışma ağları, modern yaşamda kadınlar için hem destek hem de güçlendirici platformlar olarak görülür. Ancak bu grupların içinde gizli hiyerarşiler oluştuğunda, dayanışma adı altındaki birliktelik, baskının ve konformizmin bir laboratuvarına dönüşür. Grubun görünmez lideri, karar mekanizmalarını yönetir, kimin ne zaman konuşacağını ve neyi konuşamayacağını belirler. Sözde ortak akılla alınan kararlar, aslında bir veya iki kişinin dünya görüşünün baskın gelmesiyle şekillenir. Diğer üyeler, dışarıdan bir tehdit karşısında “birlikte duralım” çağrılarıyla motive edilirken, içeride kendi fikirlerini ifade ettiklerinde‘grubu bölüyorsun’ suçlamasıyla susturulurlar.
Bu gruplarda korumacılık maskesiyle sergilenen davranış biçimleri, psişik bir bağlamda duygusal borç ilişkisi yaratır. Örneğin grubun lideri, bir üyenin sırrını saklama, ona zor zamanında destek olma, onun adına konuşma görevini üstlendiğinde, o kişinin hayatının geri kalanında da bu minnettarlığı talep eder. Yardım alan kişi, farkında olmadan bir borçluluk hissine kapılır; her adımında o desteğin bedelini ödeme dürtüsüyle hareket eder. Böylece grup içi ilişkiler, sağlıklı bir dayanışma yerine, kişilerin birbirlerini kontrol ettiği bir kumanda ağının kurulmasına yol açar.
Küçük farklılıklar bile grup normlarına uymamanın bahanesi olarak kullanılabilir. Saçını farklı kesen, elbisesini alışılmışın dışında seçen ya da kendi ilgi alanlarını grubun dışında bir dünyaya yönelten üyeler, hemen dolaylı yollarla uyarılır: “Biz birbirimize benzersek güçlüyüz, bizden farklılaşman seni yalnızlaştırır” mesajı verilir. Bu mesajın arkasındaki korku, aslında grubun içine gömülü güç dengelerinin bozulmasıdır. Bir üye kendi potansiyelini gerçekleştirdiğinde, diğerlerinin yetersizlik duygusu tetiklenir; bu yüzden farklı olan cezalandırılır ya da sindirilir. Ressentiment burada da devrededir: kendi özgürlüğünü gerçekleştiremeyenler, başkasının özgürlüğünü tehlikeli ilan ederek köle ahlakını yeniden üretir.
Romantik İlişkilerde Maskeler – Toksik Erkek Modelleri ve Kadınların Tercihleri
Bu kısmın amacı, kadınların partner tercihlerindeki tekrar eden desenlerin köklerine inmektir. Kişisel travmaların, babayla olan ilişkinin ve toplumun erkeklik ideallerinin birleşimi, toksik ilişkilere zemin hazırlar. Bu ilişkiler üzerine düşünmek ve çocukluk yaralarını tanımak, daha sağlıklı ve güvenli birliktelikler kurmanın ilk adımıdır. Aşkın bir sahip olma aracı değil, karşılıklı saygı ve güven üzerine kurulu bir alan olduğunu yeniden keşfetmemizi sağlar.
Romantik ilişkiler her kültürde farklı anlamlarla yüklense de, popüler kültürdeki aşk anlatıları genellikle “kötü çocuk” olarak tanımlanan, karizmatik ancak sorumsuz erkek figürlerini idealize eder. Bu sorunlu erkek modeli, risk ve tehlikeyi çekici bulan bir arzu nesnesi olarak sunulur; asi davranışları, kurallara uymaması ve başkaldırışı, bazı kadınlarda güçlü bir çekim yaratır. Birçok kişi bu modeli romantize etse de, bu çekiciliğin altında yatan psikolojik dinamikler pek konuşulmaz.
Burada masküleniteyi değil, toksik erkeksi davranışlar sergileyen modeli mercek altına alacağız. Bu profil, sorumluluk almaktan kaçınan, duygusal olgunluk göstermeyen ve sık sık tehlikeli davranışlara başvuran bir tip olarak karşımıza çıkar. İlk bakışta cazibesi ve özgüveniyle büyüler; ancak ilişkide istikrar ve güven sunmadığı için uzun vadede yıkıcıdır. Kadınların bu modelle ilişki kurmasının ardında, çoğu kez derin psikolojik kökler ve bir tür paradoksal arzu vardır: hem onu değiştirmek ve evcilleştirmek isterler, hem de onun erişilmezliğine kapılırlar.
Birçok kadın bu toksik erkek modeline, kendi çocukluk travmalarını yeniden oynatmak için yönelir. Özellikle babalarıyla sağlıklı bağ kuramamış, sevgi ve onay beklerken reddedilmiş ya da ihmal edilmiş kadınlar, aynı duygusal boşluğu partnerlerinde doldurmaya çalışabilirler. Psikanalitik bakış, bu durumun bilinçdışı bir tekrar olduğunu söyler: Kız çocuğu, babasıyla yaşadığı eksik veya yaralı ilişkiyi, ileride seçtiği partnerde telafi etme eğiliminde olabilir. Toksik erkek, çocuğun baba figürüyle yaşadığı hayal kırıklıklarını çağrıştırır; kadın bu kez sevgisini ve sabrını vererek onu “iyileştireceğini” umar. Bu çaba, kendini değersiz hissetme döngüsünü tekrarlayarak, daha derin bir bağımlılığa yol açar.
Nietzsche’nin sevgi eleştirisi, bu çekimin ardındaki güç oyunlarını görünür kılmada önemli bir role sahiptir. Sevgi, burada bir sahip olma ve hükmetme dürtüsünün örtüsüdür; kadın, toksik erkeği değiştirdiğinde kendini güçlü ve değerli hissetmeye çalışır. Bu “kurtarma” arzusu, aslında kendi değersizlik hissinin yarattığı bir hınç duygusunun dışavurumudur. Kadının, sevgisi sayesinde partnerini değiştirme inancı, onu ilişki içinde kurban rolüne sokar; erkek ise asi ve sorumsuz kalırken, ona hükmeden kadın imgesini pekiştirir.
Bu ilişkilerde karşılıklı bağımlılık gelişir. Toksik erkek, bir kadının sabrını, ilgisini ve özverisini sömürürken, kadın da bu ilişkiye tutunmak için kendi ihtiyaçlarını yok sayar. Zamanla kadın, “O aslında iyi biri, sadece beni fark etmesi gerekiyor” gibi cümlelerle kendini ikna eder. Bu düşünce, çocuklukta babasının sevgisini kazanmak için verdiği mücadeleye benzer; kadın, bilinçdışı olarak, aynı savaşı bir yetişkin olarak sürdürür. Ancak bu süreçte özne olmak yerine, sürekli bir onay ve değer arayışına hapsolur.
Babasından gerekli sevgi ve güveni alamayan kadınların, ilişkilerde kendilerine değer vermeyen erkeklere yönelmesi, toplumsal cinsiyet normlarının da pekiştirdiği bir kısır döngüdür. Erkek egemen kültür, kadınların bağımlı ve özverili olması gerektiğini, gerçek sevginin acı çekmekten geçtiğini öğretir. Bu kültür, toksik erkeği “gerçek erkek” olarak idealize ederken, duygusal olarak sağlıklı ve istikrarlı erkekleri sıkıcı veya çekicilikten uzak görür. Bu yüzden birçok kadın, partner seçiminde, bilinçdışı olarak “zor adam” modeline yönelir.
Aile İlişkileri ve Anne-Kız Dinamiği
Bu başlıkta, kutsal aile mitinin arkasındaki gerçeklikleri açığa çıkarmak istiyoruz. Anne-kız ilişkilerinin maskesini kaldırarak, bu ilişkilerin özgürleşme ve özneleşme önünde nasıl bir engel oluşturabildiğini tartışacağız. Ayrıca, sağlıklı bir anne-kız bağının ancak karşılıklı saygı, sınır tanıma ve bireysel varoluşa alan açma ile mümkün olduğunu vurgulayacağız.
Aile kavramı kültürel ve toplumsal hayatımızda sorgusuz sualsiz kabul gören kutsal bir kurumdur. Anne figürü ise bu kurumun merkezinde yer alır: şefkatli, fedakâr, koruyucu ve rehber… Ancak psikanalitik bakışla incelediğimizde, anne-kız ilişkilerinin altında yatan güç mücadeleleri ve kimlik çatışmaları görünür hale gelir. Bir anne, kızının iyiliğini düşündüğü gerekçesiyle onun hayatının her alanına müdahale edebilir; nasıl giyineceği, kiminle arkadaşlık edeceği, hangi mesleği seçeceği konusunda ondan daha iyi bildiğine inanır. Sevginin diliyle kurulan bu müdahale, kızın özneleşme sürecini kesintiye uğratır ve onu annesinin gölgesinde tutar.
Anne figürü, kendi yaşamadığı hayallerini kızının üzerinde gerçekleştirmek isteyebilir. Bu, bilinçli bir kötü niyet değil, bastırılmış arzuların bilinçdışı yansımasıdır: fırsat bulamadığı, cesaret edemediği ya da toplum tarafından engellendiği deneyimleri kızının yaşamasını ister. Ancak bu “hayalimdeki hayatı sana veriyorum” yaklaşımı, kızın kendi hayallerini keşfetmesine ket vurur. Annenin görünürdeki fedakârlığı, kız üzerinde bir tür borçluluk ve minnet yükü yaratır; kız, annesini mutlu etmek için kendi hayatını feda etmeye yönelir.
Bu ilişkilerde kullanılan dil, çoğu zaman duygusal şantaj içerir: “Ben senin için nice zorluklara katlandım, sen beni böyle mi ödüllendireceksin?” gibi cümleler, kızın suçluluk duymasına ve kendi kararlarından vazgeçmesine neden olur. Bu tür cümleler, annelerin bilinçdışı hınç ve yetersizlik duygularının bir dışavurumu olabilir; kızın başarısı, annenin kendi yapamadıklarını hatırlatır ve bu acıyı bastırmak için kızını kontrol etmeye çalışır.
Estetik ve Beden Üzerinden Tahakküm
Bu başlıkta, beden ve estetik üzerinden kurulan tahakkümün köklerini ve sonuçlarını tartışacağız. Toplumsal cinsiyet normlarının, medyanın ve bireysel narsisizmin beden üzerindeki etkilerini inceleyecek; kadının bedeni üzerindeki haklarını savunmanın, sadece bir politika değil, aynı zamanda bir özgürlük mücadelesi olduğunu ortaya koyacağız.
Toplumda beden ve güzellik, özellikle kadınlar için sürekli denetlenen ve biçimlendirilen alanlardır. Genelde kadınların birbirlerine söylediği küçük cümleler – “bu elbiseyi giyme, çok dikkat çeker”, “sen kilo ver, daha güzel olursun” – sadece basit tavsiyeler değildir; aynı zamanda kişinin bedenine nasıl davranması gerektiğini belirleyen normlardır. Bu tavsiyeleri veren kişi, bir arkadaş ya da aile üyesi de olsa, aslında kendi estetik anlayışını karşı tarafa empoze eder ve onun bedeninin üzerinde söz sahibi olur. Nietzsche’nin gözüyle bakıldığında, bu müdahaleler güç arzusunun ince biçimleridir: kendi normlarının doğru olduğunu varsayıp başkasının bedenini şekillendirmeye çalışmak bir iktidar gösterisidir.
Modern medya kültürü, bu estetik tahakkümü pekiştirir. Sosyal medyada dolaşan beden idealleri, herkesin aynı tür güzellik kalıbına uyması gerektiğini ima eder. Kadınlar arası ilişkilerde, bu kalıplara uymayanlara yönelik bilinçli ya da bilinçsiz dışlamalar yaşanır. Bir grup içerisinde herkes aynı kıyafet modasını benimserken, farklı giyinen kişi hem estetik hem de ahlaki olarak yargılanabilir: “Bu tarz giyinmesi doğru mu?” ya da “Bu kadar kapalı giyinmek onu sıkıcı yapıyor” gibi yorumlar, kişinin bedenini kontrol etme arzusunu yansıtır. Bu kontroller, dışarıdan destekleyici tavsiyeler gibi görünse de özünde bir itaat beklentisi taşır.
Estetik tahakküm, aynı zamanda yaş, cinsellik ve annelik gibi kavramlarla da iç içe geçer. Bir kadının annelik döneminde kilolu olması normal karşılanabilirken, belirli bir yaştan sonra genç görünmemesi eleştiri konusu olur. Kendi bedenini olduğu gibi kabul eden bir kadına “artık kendini salmışsın” demek, onun yaşam tarzını ve benliğini değersizleştirmektir. Bu cümleler, konuşan kişinin beden politikalarını onaylatma arzusunu ifade eder; o, kendi bedenini kontrol altına almış olmanın getirdiği üstünlüğü başkasına dayatarak pekiştirir.
Psikanalitik Maskeler ve İlişkilerin Arzusu
Psikanalitik kavramları örnekler üzerinden tartışarak, maskelerin nasıl oluştuğunu ve hangi koşullarda dağılabildiğini gözlemleyebileceğimiz bir aşamaya geldik. Freud’dan Jung’a, Lacan’dan Nietzsche’ye uzanan bir hattı, kendi anlatımızın bağlamında örerek, içsel çatışmaların ilişkilerde nasıl yeniden sahnelendiğini göstereceğiz.
Nietzscheci perspektiften hareket ettiğimizde, psikanalizle kesişen pek çok nokta buluruz. Freud, Jung ve Lacan gibi düşünürler, benlik ve bilinçdışı üzerine yaptıkları çalışmalarla, maskelerin nasıl oluştuğunu ve sürdürdüğünü anlamamıza yardımcı olurlar. Ancak burada onların teorilerini özetlemeyeceğiz; bunun yerine, kendi örneklerimiz ve deneyimlerimiz üzerinden bu kavramların ilişkilerde nasıl işlediğini analiz edeceğiz.
Freud’un bilinçdışı ve savunma mekanizmaları teorisi, korumacı maskelerin arkasında bastırılmış arzuların yattığını gösterir. Yüceltme (sublimasyon) mekanizması, sosyal olarak kabul gören alanlarda bastırılmış dürtülerimizi ifade etmemize olanak tanır. Bir kadın, yönlendirme ve kontrol arzusunu açıkça dile getiremiyorsa, bu arzuyu başkasının hayatını düzenlemek üzerinden gerçekleştirebilir; bu da onun gözünde ahlaki bir değer kazanır. Böylece, görünürde bir özgecilik sergilenirken, aslında kendi narsisistik ihtiyaçlar tatmin edilir.
Jung ise persona ve gölge kavramlarıyla benliğin maskelerini daha sembolik bir çerçevede ele alır. Her birey, sosyal ortamlarda kabul görmek için bir persona geliştirir; bu persona, topluma sunduğumuz yüzümüzdür. Ancak bastırılmış duygular, öfke, kıskançlık ve yetersizlik gibi hisler gölgede birikir. Korumacı maskeyi takan kişi, merhamet ve özveri personası ile öne çıkarken, gölgesindeki hınç ve kontrol arzusunu başkaları üzerine projekte eder. Jung’a göre, persona ile gölge arasındaki denge kurulmadığında, birey kendi maskesini gerçek benliği sanır ve sonuçta sahte bir hayat yaşar.
Lacan’ın özne kuramı ve “Büyük Öteki” kavramı ise ilişkilerdeki dil oyunlarına dikkat çeker. Birey, toplumsal ve dilsel ağın içine doğar; dil, arzularımızı ve kimliğimizi şekillendirir. Korumacı kadının “ben seni korurum, sen de bana minnet duy” söylemi, onu büyük öteki konumuna yerleştirir; diğer kadını ise bu söylemin öznesi olmaktan çıkarır. Lacan’ın üçlü kayıt sisteminde (gerçek, sembolik, imgesel) bu durum, imgesel düzlemde benlik ve öteki arasında bir aynalanma ilişkisi yaratır; sembolik düzlemde dil ve yasaklar aracılığıyla iktidar kurulur.
İçselleştirilmiş İktidar ve Kendini Sansürleme
Bu aşamada içselleştirilmiş iktidarın dinamiklerini ve kendini sansürlemenin bireysel ve toplumsal etkilerini analiz edeceğiz. Duygusal otopsi yaparak, iç seslerimizin kimlere ait olduğunu ve bu seslerle nasıl başa çıkabileceğimizi tartışacağız. Çünkü özgürleşme, sadece dışsal baskılardan kurtulmak değil, aynı zamanda içimizdeki otoriter seslerle de hesaplaşmaktır.
İktidar ilişkileri sadece dış dünyada değil, kişinin kendi içinde de kurulabilir. Korumacı maskeler, bir süre sonra içselleştirilir ve birey, başkalarının beklentilerini ve yargılarını kendi sesine dönüştürür. Bu durum, kendi arzularımızı bastırmamıza, özlemlerimizi küçümsememize ve sürekli olarak öz-savunma üretmemize yol açar. Kendimizi eleştirirken kullandığımız dil, çoğu zaman bize öğretilen ahlaki kalıpların bir aynasıdır: “Böyle davranmam yanlış”, “Bunu arzulamak bencilce”, “Kendim için bir şey istemeyip başkalarına adanmalıyım” gibi iç sesler, özne olma alanımızı daraltır.
Bu içselleştirilmiş iktidar, özellikle kadınlar arasında kurulan ilişkilerde daha belirgin hale gelir. Toplumun kadınlara biçtiği fedakârlık ve özgecilik rolleri, kadınları kendi ihtiyaçlarını ikinci plana atmaya zorlar. Bir kadın, koruyucu maskeye direnirken bile, içindeki sesler onu durdurur: “Nankörlük yapma”, “Beni düşünen insanların kalbini kırma” gibi cümleler, içselleştirilmiş süperegonun sesidir. Bu ses, Freud’un tanımladığı gibi toplumun beklentilerini ve ebeveyn otoritesini temsil eder; ancak burada süperego sadece baskı değil, aynı zamanda yeniden üretilen bir iktidar aracı olur.
Kendini sansürleme, kişinin benliğini koruduğu ve uyum sağladığı hissini verse de, uzun vadede yaratıcı potansiyeli ve özgünlüğü öldürür. Kendi arzularını bastıran biri, zamanla bu arzuların yok olduğunu sanır; oysa onlar bilinçdışında birikir ve uygun bir fırsatta patlak verir. Ressentiment’in temel kaynaklarından biri de budur: ifade edilemeyen istekler, bastırılmış öfke ile birleşerek hınç formunda geri döner.
Maskeleri Sökme ve Yeni Bir Etik
Buradaki tartışmanın ana ekseni, maskeleri sökmenin pratik yollarını ve yeni bir etik inşa etmenin gündelik ilişkilerde nasıl uygulanabileceğidir. Özgür iradeye saygı duyan, otantik bağlar kuran ve güç ilişkilerini dönüştüren bir yaşam için stratejiler önereceğiz.
Korumacılık, hınç, köle ahlakı ve maskeler üzerine bu kadar konuştuktan sonra, peki çözüm nedir? Nietzsche, çözümün yeniden değer biçmek olduğunu söyler; mevcut değerleri altüst etmek, bize verilen ahlaki kalıpların arkasındaki güç ilişkilerini görmek ve kendi değer sistemimizi yaratmak… Bu, eski maskeleri sökme cesareti gerektirir. Birini korumak yerine onunla birlikte güçlenmeyi, ona minnet yüklemek yerine onun bağımsızlığını kutlamayı öğrenmek demektir.
Yeni bir etik, öznenin özneliğini tanımakla başlar. Kişilerin kendi ihtiyaçlarını ve arzularını ifade etmelerine alan açmak, karşılıklı sınır ihlallerini sorgulamak ve “iyi niyet” kılıfını dürüstlükle yüzleştirmek bu etiğin temel taşlarıdır. Herhangi bir ilişkinin sürdürülebilmesi için tarafların birbirinin özerkliğini kabul etmesi ve koruması gerekir; aksi halde ilişki bir tarafın diğerini sahiplenmesi ve yönlendirmesiyle sınırlı kalır.
Bu yeni etik, benliği parçalamaz; aksine benliğin maskelerini birleştirir. Jung’un persona ve gölge ikiliğini dengeleyerek, Freud’un bilinçdışı dürtülerini tanıyarak, Lacan’ın sembolik düzenindeki dil oyunlarını fark ederek, Nietzsche’nin güç istencini olumlu yaratıma dönüştürerek bir bütünlük kurar. Bu bütünlük, ne saf bir özgecilik ne de sınırsız bir egoizmdir; bilakis, kendi varoluşunun sorumluluğunu üstlenmiş, başkasının varlığını eşit bir özne olarak tanımış olgun bir bilinçtir.
Erkek Egemen Kültür ve Yeni Bir Perspektif
Sona doğru ilerlerken, erkek egemen kültürün güçlü yönlerini yeni bir etik ile harmanlamayı önereceğiz. Disiplin, özdenetim ve kararlılık gibi erdemler, köle ahlakı ve ressentiment’in olumsuz etkilerini dengeler. Bu erdemleri sahiplenmek, hıncın beslediği korumacılık maskelerini kırmaya yardımcı olur. Yeni bir dayanışma kültürü, hem kadın hem de erkek erdemlerini dengeleyerek, ilişkilerde güç oyunlarını minimize eden bir yapı kurabilir.
Toplumda erkek egemen kültür, uzun süre boyunca eleştirilmiş ve sorunlu yönleriyle gündeme getirilmiştir; ancak bu kültürün bazı özellikleri, istikrar ve düzen sağlama noktasında göz ardı edilmemelidir. Tarih boyunca, güç, cesaret, disiplin ve rasyonalite gibi klasik erkeksi erdemler, kurumların ve toplumların ayakta kalmasına katkıda bulunmuştur. Bu erdemler, duygusal manipülasyonun ve hıncın baskın olduğu ilişkilerde denge unsuru olarak ortaya çıkabilir.
Kadınlar arası dayanışma, hınç ve köle ahlakı tarafından zehirlendiğinde, grup içinde baskıcı küçük iktidar alanları oluşur. Oysa erkek egemen kültürde vurgulanan rekabet, hiyerarşi ve açık sözlülük, uzun vadeli ilişkilerde daha net sınırlar çizer. Bu sayede kişiler arasında manipülasyon daha zor hale gelir; herkes sınırlarını ve sorumluluklarını bilir. Bu yapı, eşitlik değil ama düzen sağlar ve bireylerin kendi çabalarıyla öne çıkmalarına olanak tanır.
Erkek egemen kültürün rasyonaliteye verdiği önem, duygusal karmaşayı azaltabilir. Grup dinamiklerinde, sorunlar doğrudan ifade edilir ve çözüm odaklı yaklaşılır. Bu doğrudanlık, pasif-agresif davranışların ve gizli hıncın önüne geçebilir. Kadınların da bu rasyonel yaklaşımdan ilham alarak, duygusal oyunlar yerine açık ve dürüst iletişimi tercih etmeleri, ilişkilerin daha sağlıklı bir zeminde kurulmasını sağlayabilir.
Son Söz – Maskelerin Ötesinde
Bu deneme boyunca, benliğin maskelerini ve ressentiment’in kadınlar arasındaki ilişkilerde nasıl bir tahakküm aracına dönüştüğünü irdeledik. Nietzsche’den ilham alan bu analiz, her bireyin kendi içindeki güç arzusunu tanıması ve bu arzuyu yaratıcı, dönüştürücü bir yönde kullanması gerektiğini vurguladı. Korumacılık maskesi altında işleyen hınç, sevginin, dostluğun ve dayanışmanın içini boşaltır; bu yüzden maskeleri kırmak, hem bireysel hem kolektif bir sorumluluktur.
Son söz yerine, belki bir davet: ilişkilerimizdeki güç oyunlarını fark etmeye, kendi duygularımızı dürüstçe ifade etmeye ve başkalarının özgürlük alanlarına saygı göstermeye çağırıyorum. Çünkü maske kullanmadan yaşayabilmenin yolu, en önce kendimize karşı samimi olabilmekten geçer. Bu samimiyet, hıncın zehrini antidota çevirir; egoizmi yaratıcılığa, kıskançlığı esine, korumacılığı karşılıklı büyümeye dönüştürür. Maskelerden arınmış bir benlik, hem kendine hem dünyaya daha açık ve güçlü bir şekilde bağlanır.
Volkan ÇELİK