
HAYATIN SARKACI
"Can Sıkıntısı ile Can Havli Arasında İnsanlık Hali"
İnsan hayatı sanki görünmez bir sarkaç tarafından idare edilir: bir uçta bunaltıcı bir can sıkıntısı, diğer uçta yakıcı bir can havli. Bazen yaşadıklarımız suya atılan taşlar misali hiçbir engele rastlamadan içimizin en derinlerine gömülür; bazen de hayatın dalgaları, kayalıklara çarpan dalgaların falezleri şekillendirmesi gibi, bizi vura vura yontar.
Arthur Schopenhauer bundan yaklaşık iki asır önce hayatın “acı ile can sıkıntısı arasında salınan bir sarkaç” olduğunu söylerken aslında insan varoluşunun bu iki uç deneyim arasında gidip geldiğini vurgulamıştı. Günümüz insanı da farklı değildir: Bir yanda tekdüze bir boşluk duygusu, anlamsızlık ve can sıkıntısı, öte yanda hayatta kalma telaşı, yoğun kaygı ve can havli… Bu deneme, can sıkıntısı ile can havli ekseninde, hayatın akışı ile ölümcül yazgı arasındaki insan durumunu şiirsel, felsefi ve toplumsal bir bakış açısıyla irdeleyecek. Bunu yaparken, yalnız filozofların görüşlerine yaslanmak yerine, özgün metaforların merkezinde yer alan bir düşünce zinciri kurmaya çalışacağım. Amacım, okuru hem duygusal hem düşünsel düzlemde yakalayarak, insanlığın bu iki uç durumu arasında salınan yazgısı üzerine derinlikli bir sorgulamaya davet etmektir.
Can Sıkıntısı ve Can Havli Üzerine Varoluşsal Bir Bakış
Schopenhauer’ın bahsettiği sarkaç metaforu, bir tarafında acı ve mücadele, diğer tarafında can sıkıntısı olan bir hayati salınımı ima eder. Aslında “acı” kavramını biraz genişleterek, yaşamsal tehlike veya yoğun can havli halini de bu uca dahil edebiliriz. Bir insan temel ihtiyaçları veya güvenliği tehdit altındayken, tüm varlığıyla bu tehdidi bertaraf etmeye odaklanır; işte bu, can havli dediğimiz, insanın hayatını kurtarmak için çılgınca çabaladığı andır. Öte yanda, hiçbir eksiğimiz olmadığında, hayatımız durağan ve güvenli bir rutine büründüğünde ise beklenmedik bir boşluk hissi peyda olur. Her şey “yolunda” olsa bile, içimizi kemiren bir can sıkıntısı (derin bir bunaltı) hissedebiliriz. Schopenhauer bu durumu “Eğer yaşam, özünde gerçekten pozitif bir değere ve içeriğe sahip olsaydı, can sıkıntısı diye bir şey olmazdı; sırf var olmak bile bizi tatmin etmeye yeterdi” diyerek ifade eder. Yani can sıkıntısının varlığı, hayatın akışında bize sunulanların çoğu zaman boş ve tatminsiz olduğunu kanıtlar niteliktedir.
Ne var ki insan, bu iki uç nokta arasında savrulurken hep aynı sarkacın parçasıdır. Blaise Pascal, daha 17. yüzyılda, insanın durumunu “bir engelle mücadelede huzur ararız; engeli aştığımızda ise elde ettiğimiz huzur, getirdiği can sıkıntısı yüzünden katlanılmaz hale gelir” sözleriyle özetlemişti. Gerçekten de, mücadele halindeyken -ister büyük bir sınav stresinde ister hayati bir tehlike karşısında- insanın zihni tek bir amaca kitlenir ve varoluşuna bir anlam yüklenir: O engeli aşmak, o tehlikeyi savmak. Fakat engel ortadan kalkınca, amaç da ortadan kaybolur ve geriye kocaman bir “şimdi ne yapacağım?” boşluğu kalır. Bu döngüsel yazgı, insanın varoluşsal kaderinin bir parçası gibidir.
Burada can sıkıntısı ile can havli kavramlarını biraz daha açmak gerekiyor. Can sıkıntısı, yüzeyde basitçe “yapacak bir şey bulamamak” gibi görünse de, özünde derin bir varoluşsal anlamsızlık duygusudur. Kişi, hayatın rutin akışı içinde kendini adeta bir boşlukta salınır halde bulur; neyi istese, ne yapsa anlamını yitirir gibi bir hissiyat doğar. Martin Heidegger, “Derin can sıkıntısı, varlığımızın uçurumlarında gezinip duran boğucu bir sis gibi, tüm şeyleri, insanları ve benliği kayıtsızlığa sürükler; bu can sıkıntısı, varlığı bir bütün olarak açığa çıkarır” derken tam da bu duruma işaret ediyordu. Yani canımız öylesine sıkıldığında, aslında her şeyin anlamsızlığını perdeler inmiş bir sahne gibi görmeye başlarız; bir bakıma, varoluşun tamamıyla yüzleşiriz.
Öte yandan can havli, kelime anlamı olarak “can derdiyle, canını kurtarma telaşıyla gösterilen çaba” demektir. Genellikle ani ve büyük bir tehlike anında, örneğin bir kazadan son anda kurtulmaya çalışırken hissettiğimiz o yoğun panik ve enerji patlamasını tanımlar. Vücudumuz adrenalinle dolar, kalbimiz deli gibi çarpar, zihnimiz sadece ve sadece tek bir şeye odaklanır: hayatta kalmak. Psikolojide bu duruma “savaş ya da kaç” tepkisi adı verilir; organizma ya tehdit ile dövüşmeye ya da ondan kaçmaya programlanır. Bu durumda insan ne geçmişi düşünür ne geleceği – sadece içinde bulunduğu an ve o anki amacı gerçektir. İşte varoluşsal düzlemde can havli, hayatın devamlılığını sağlamak için gösterilen o en uç, en yoğun yaşama tutunma çabası olarak karşımıza çıkar.
İlginç olan, sarkacın bu iki ucunun da insanın anlam arayışıyla ilişkili olmasıdır. Can havli durumunda, anlam verilmesi en kolay olan şey hayatta kalmaktır – tüm dikkatimiz ve değerlerimiz yaşamamız gerektiği fikrine odaklanır, çünkü aksi halde hiçbir şeyin önemi kalmayacaktır. Can sıkıntısında ise tam tersine, görünürde hayati bir sorun olmadığından, yaşamamızın nedenini, amacını bulmak zorlaşır; anlam eksikliği tüm ağırlığıyla hissedilir. Bir bakıma, insan ya anlam yokluğunun verdiği sıkıntıyla boğuşur ya da bir anlam bulmuş olmanın zirve haliyle, can havliyle, o anki görevi neyse ona sarılır.
Derinlere Vuran Taşlar: Can Sıkıntısının Boşluğu ve İçsel Yansıması
“Yaşadıklarımızın suya atılmış taşlar gibi hiçbir şeye çarpmadan en derinleri vurması” şeklinde belirttiğim metafor, insan deneyimlerinin bazen dış dünyada hiçbir iz bırakmadan içimizde derin sancılar uyandırdığı durumları akla getiriyor. Suya atılan bir taş, suyun yüzeyinde halkalar oluşturup derinlere gömülür; benzer şekilde, monoton bir hayatın her günü, her deneyimi, dışarıdan bakıldığında sıradan ve önemsiz görünse de, iç dünyamızda üst üste yığılarak ağır bir boşluk duygusu yaratabilir. Can sıkıntısı, çoğu kez dışarıdan belli belirsiz bir huzursuzluk olarak algılansa da, insanın en derinlerinde “hiçbir şeye çarpmadan” biriken anıların, amaçsız geçen zamanın ve yanıtsız kalan varoluşsal soruların bir sonucudur.
