Hür Katip | Bilim Kültür Sanat Edebiyat

YAZARIN TÜM YAZILARI >


HAYATIN SARKACI


"Can Sıkıntısı ile Can Havli Arasında İnsanlık Hali"


İnsan hayatı sanki görünmez bir sarkaç tarafından idare edilir: bir uçta bunaltıcı bir can sıkıntısı, diğer uçta yakıcı bir can havli. Bazen yaşadıklarımız suya atılan taşlar misali hiçbir engele rastlamadan içimizin en derinlerine gömülür; bazen de hayatın dalgaları, kayalıklara çarpan dalgaların falezleri şekillendirmesi gibi, bizi vura vura yontar. 

Arthur Schopenhauer bundan yaklaşık iki asır önce hayatın “acı ile can sıkıntısı arasında salınan bir sarkaç” olduğunu söylerken aslında insan varoluşunun bu iki uç deneyim arasında gidip geldiğini vurgulamıştı. Günümüz insanı da farklı değildir: Bir yanda tekdüze bir boşluk duygusu, anlamsızlık ve can sıkıntısı, öte yanda hayatta kalma telaşı, yoğun kaygı ve can havli… Bu deneme, can sıkıntısı ile can havli ekseninde, hayatın akışı ile ölümcül yazgı arasındaki insan durumunu şiirsel, felsefi ve toplumsal bir bakış açısıyla irdeleyecek. Bunu yaparken, yalnız filozofların görüşlerine yaslanmak yerine, özgün metaforların merkezinde yer alan bir düşünce zinciri kurmaya çalışacağım. Amacım, okuru hem duygusal hem düşünsel düzlemde yakalayarak, insanlığın bu iki uç durumu arasında salınan yazgısı üzerine derinlikli bir sorgulamaya davet etmektir.


Can Sıkıntısı ve Can Havli Üzerine Varoluşsal Bir Bakış

Schopenhauer’ın bahsettiği sarkaç metaforu, bir tarafında acı ve mücadele, diğer tarafında can sıkıntısı olan bir hayati salınımı ima eder. Aslında “acı” kavramını biraz genişleterek, yaşamsal tehlike veya yoğun can havli halini de bu uca dahil edebiliriz. Bir insan temel ihtiyaçları veya güvenliği tehdit altındayken, tüm varlığıyla bu tehdidi bertaraf etmeye odaklanır; işte bu, can havli dediğimiz, insanın hayatını kurtarmak için çılgınca çabaladığı andır. Öte yanda, hiçbir eksiğimiz olmadığında, hayatımız durağan ve güvenli bir rutine büründüğünde ise beklenmedik bir boşluk hissi peyda olur. Her şey “yolunda” olsa bile, içimizi kemiren bir can sıkıntısı (derin bir bunaltı) hissedebiliriz. Schopenhauer bu durumu “Eğer yaşam, özünde gerçekten pozitif bir değere ve içeriğe sahip olsaydı, can sıkıntısı diye bir şey olmazdı; sırf var olmak bile bizi tatmin etmeye yeterdi” diyerek ifade eder. Yani can sıkıntısının varlığı, hayatın akışında bize sunulanların çoğu zaman boş ve tatminsiz olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Ne var ki insan, bu iki uç nokta arasında savrulurken hep aynı sarkacın parçasıdır. Blaise Pascal, daha 17. yüzyılda, insanın durumunu “bir engelle mücadelede huzur ararız; engeli aştığımızda ise elde ettiğimiz huzur, getirdiği can sıkıntısı yüzünden katlanılmaz hale gelir” sözleriyle özetlemişti. Gerçekten de, mücadele halindeyken -ister büyük bir sınav stresinde ister hayati bir tehlike karşısında- insanın zihni tek bir amaca kitlenir ve varoluşuna bir anlam yüklenir: O engeli aşmak, o tehlikeyi savmak. Fakat engel ortadan kalkınca, amaç da ortadan kaybolur ve geriye kocaman bir “şimdi ne yapacağım?” boşluğu kalır. Bu döngüsel yazgı, insanın varoluşsal kaderinin bir parçası gibidir.

Burada can sıkıntısı ile can havli kavramlarını biraz daha açmak gerekiyor. Can sıkıntısı, yüzeyde basitçe “yapacak bir şey bulamamak” gibi görünse de, özünde derin bir varoluşsal anlamsızlık duygusudur. Kişi, hayatın rutin akışı içinde kendini adeta bir boşlukta salınır halde bulur; neyi istese, ne yapsa anlamını yitirir gibi bir hissiyat doğar. Martin Heidegger, “Derin can sıkıntısı, varlığımızın uçurumlarında gezinip duran boğucu bir sis gibi, tüm şeyleri, insanları ve benliği kayıtsızlığa sürükler; bu can sıkıntısı, varlığı bir bütün olarak açığa çıkarır” derken tam da bu duruma işaret ediyordu. Yani canımız öylesine sıkıldığında, aslında her şeyin anlamsızlığını perdeler inmiş bir sahne gibi görmeye başlarız; bir bakıma, varoluşun tamamıyla yüzleşiriz.

Öte yandan can havli, kelime anlamı olarak “can derdiyle, canını kurtarma telaşıyla gösterilen çaba” demektir. Genellikle ani ve büyük bir tehlike anında, örneğin bir kazadan son anda kurtulmaya çalışırken hissettiğimiz o yoğun panik ve enerji patlamasını tanımlar. Vücudumuz adrenalinle dolar, kalbimiz deli gibi çarpar, zihnimiz sadece ve sadece tek bir şeye odaklanır: hayatta kalmak. Psikolojide bu duruma “savaş ya da kaç” tepkisi adı verilir; organizma ya tehdit ile dövüşmeye ya da ondan kaçmaya programlanır. Bu durumda insan ne geçmişi düşünür ne geleceği – sadece içinde bulunduğu an ve o anki amacı gerçektir. İşte varoluşsal düzlemde can havli, hayatın devamlılığını sağlamak için gösterilen o en uç, en yoğun yaşama tutunma çabası olarak karşımıza çıkar.

İlginç olan, sarkacın bu iki ucunun da insanın anlam arayışıyla ilişkili olmasıdır. Can havli durumunda, anlam verilmesi en kolay olan şey hayatta kalmaktır – tüm dikkatimiz ve değerlerimiz yaşamamız gerektiği fikrine odaklanır, çünkü aksi halde hiçbir şeyin önemi kalmayacaktır. Can sıkıntısında ise tam tersine, görünürde hayati bir sorun olmadığından, yaşamamızın nedenini, amacını bulmak zorlaşır; anlam eksikliği tüm ağırlığıyla hissedilir. Bir bakıma, insan ya anlam yokluğunun verdiği sıkıntıyla boğuşur ya da bir anlam bulmuş olmanın zirve haliyle, can havliyle, o anki görevi neyse ona sarılır.


Derinlere Vuran Taşlar: Can Sıkıntısının Boşluğu ve İçsel Yansıması

“Yaşadıklarımızın suya atılmış taşlar gibi hiçbir şeye çarpmadan en derinleri vurması” şeklinde belirttiğim metafor, insan deneyimlerinin bazen dış dünyada hiçbir iz bırakmadan içimizde derin sancılar uyandırdığı durumları akla getiriyor. Suya atılan bir taş, suyun yüzeyinde halkalar oluşturup derinlere gömülür; benzer şekilde, monoton bir hayatın her günü, her deneyimi, dışarıdan bakıldığında sıradan ve önemsiz görünse de, iç dünyamızda üst üste yığılarak ağır bir boşluk duygusu yaratabilir. Can sıkıntısı, çoğu kez dışarıdan belli belirsiz bir huzursuzluk olarak algılansa da, insanın en derinlerinde “hiçbir şeye çarpmadan” biriken anıların, amaçsız geçen zamanın ve yanıtsız kalan varoluşsal soruların bir sonucudur.



Bu boşluk hissinin toplumsal ve tarihsel boyutları da vardır. Örneğin, modern toplumlarda temel ihtiyaçları büyük ölçüde karşılanmış, fiziksel hayatta kalma sorunu azaltılmış kitleler arasında yaygın bir anlamsızlık ve can sıkıntısı duygusu ortaya çıkmıştır. Viktor Frankl, Nazi toplama kamplarındaki deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı eserinde, savaş sonrasında refaha kavuşan insanların beklenmedik şekilde bir “varoluşsal boşluk” içine düştüklerini gözlemlemiştir. Temel sıkıntılar ortadan kalkınca, insanlar “Şimdi hayatımı neyle dolduracağım?” sorusuyla yüz yüze kalırlar . Frankl’a göre pek çok kişi, geleneksel değerlerin ve inançların zayıflamasıyla birlikte bir amaç buhranı yaşamaya başlamıştır. Bu tür bir can sıkıntısı, sadece ilgilenilecek bir uğraş bulamamaktan değil, hayatın bütününe dair bir amaç yoksunluğundan kaynaklanır.

Tarihte düşünürler can sıkıntısının tehlikelerine sık sık dikkat çekmişlerdir. Søren Kierkegaard, “Can sıkıntısı tüm kötülüklerin köküdür” derken aslında insanın anlamsızlık hissiyle yanlış yollara sapabileceğine işaret ediyordu. Gerçekten de, bunalmış insan zihni bu boşluğu doldurmak için türlü yollara başvurabilir. Blaise Pascal, insanların boşluk ve can sıkıntısı duygusundan kaçmak için kendilerini eğlenceye, kavgaya, oyalayıcı işlere vurduklarını söyler; zira tek başına bir odada sessizce oturmak pek az kişinin katlanabileceği bir durumdur. Nitekim Pascal “ancak sonsuz ve değişmez bir varlık -Tanrı- bu sonsuz boşluğu doldurabilir” diyerek kendi çözüm önerisini sunmuştu. Dini inanç, yüzyıllar boyunca pek çok insana hayatın anlamsızlığı karşısında bir sığınak oldu; Tanrı fikri, o derin içsel uçurumu dolduran “sonsuz ve değişmez” bir anlam kaynağı sağladı. Ancak modern dünyada sekülerleşmenin artmasıyla bu geleneksel anlam dayanakları zayıfladı ve can sıkıntısı yeni bir boyut kazandı.

Bugün can sıkıntısı, bir yandan bireysel bir ruh hali gibi görünse de diğer yandan kültürel ve ekonomik koşullarla örülüdür. Sanayileşmiş toplumlarda insanlar genellikle hayatta kalmak için değil, alışılmış bir düzeni sürdürmek için çalışırlar. Birçok kişi için iş, sadece faturaları ödemek için katlanılan tekdüze bir zorunluluktur ve bu yabancılaşmış emek, içten içe derin bir boşluk hissine yol açar. Erich Fromm, modern insanın durumunu analiz ederken, can sıkıntısının “belki de günümüzdeki en önemli saldırganlık ve yıkıcılık kaynağı” olduğunu vurgular. Ona göre tüketim kültürünün sunduğu heyecan verici yenilikler, eğlenceler veya alışverişler, bu sıkıntıyı gerçekten gidermek yerine sadece geçici olarak oyalayan dikkat dağıtıcılardır. İnsan, bilinçdışı bir düzeyde, hâlâ o varoluşsal boşluğu içinde taşımaya devam eder. Sürekli yeni bir ürün almak, yeni bir dizi izlemek, sosyal medyada sonsuz bir akışa dalmak – tüm bunlar suya atılan taşın yarattığı dalgalanmayı belki anlık oyalayabilir, ama taş eninde sonunda dibe çöker ve tortusu içimizde kalır.

Can sıkıntısının psikolojik etkileri de yadsınamaz. Uzun süreli anlamsızlık ve boşluk hissi, depresyona ve öğrenilmiş çaresizlik duygusuna yol açabilir. Kişi, yaptığı hiçbir şeyin sonuç getirmeyeceğine, hayatında bir değişiklik olmayacağına inanarak pasifliğe sürüklenebilir. Bu durum, tıpkı suyun dibini boylayan taşlar gibi, ruhun derinliklerinde ağır bir yük oluşturur. Bir noktadan sonra, kişi bu ağırlığın farkına bile varmadan yaşamaya devam eder; yüzeyde her şey normal gibidir, ama içinde bir şeyler bataklıkta kaybolmuş gibidir.

Peki insan can sıkıntısıyla nasıl başa çıkabilir? Bu sorunun tek bir cevabı olmasa da, tarihte ve günümüzde farklı yaklaşımlar görülür. Kimi insan yaratıcı faaliyetlere yönelir: Sanat, edebiyat, müzik gibi uğraşlar boşluk duygusunu anlamla doldurmanın bir yolu olabilir. Hatta bazı filozoflar, can sıkıntısının yaratıcılık için bir tetikleyici olabileceğini öne sürmüştür – çünkü insan sıkıldığında hayal gücünü harekete geçirip yeni “oyunlar” icat etmeye meyleder. Kimi insan ise riskli davranışlarla bu boşluğu doldurmaya çalışır: Tehlikeli sporlar, kumar, aşırı hız, hatta suç işlemeye varan uçlar… Bunlar hayatın rutininden bir kaçış ve yaşadığını hissetme arayışıdır. Bir başka yol, derin düşünce veya meditasyon ile can sıkıntısını kabullenip onun ötesine geçmeye çalışmaktır. Bazen can sıkıntısını bastırmaya çalışmak yerine, onun içine dalmak – o suya atılan taşların dibine kadar inip orada ne biriktiğini görmek – kişiye yeni bir içsel ufuk açabilir. Nitekim pek çok düşünür ve mistik, inziva ve yalnızlık içinde geçirilen zamanın ardından hayatın anlamına dair içgörüler kazanmıştır.

Özetle, can sıkıntısı bir boşluk olduğu kadar bir arayış halidir. Boşluk hissederiz çünkü içten içe bir şeyler ararız; neyi aradığımızı tam bilemesek de, hayatımızın “dolu” olmasını isteriz. Suya atılmış taşların dibe vurması gibi, yaşantılarımızın içimizde derin birikintiler oluşturması kaçınılmazdır. Mühim olan, o birikenleri nasıl yoğurup bir anlama dönüştürebileceğimizdir. Bu noktada, can sıkıntısının karşı kutbuna – can havline – baktığımızda, belki de cevabın bir parçasını bulabiliriz.


Dalgaların Yonttuğu Falezler: Can Havli, Mücadele ve Hayatın Şekillendirici Gücü

Hayatın insana bazen bir heykeltıraş gibi davrandığı söylenir; acı ve mücadele deneyimleri adeta bir mermeri yontar gibi insanın karakterini yontar. “Dalgaların şekillendirdiği falezler gibi insanın hayat tarafından yontulması” metaforu, tam da bu durumu tarif ediyor. Nasıl ki yıllar boyunca döne döne vuran dalgalar kayaları şekillendirip onlara özgün bir siluet kazandırır, insan da yaşadığı zorluklar, krizler ve can havli anlarıyla biçimlenir, olgunlaşır. Can havli dediğimiz o en yoğun mücadele anları, hayatımızın dönüm noktaları olabilir; bizi eski halimizden farklı bir insana dönüştürebilir.

Can havli genellikle bir kriz anına işaret eder. Kriz anları, kelime kökeni itibariyle “karar anı” demektir (Eski Yunanca krisis “karar” anlamına gelir). Yani insanın can havliyle harekete geçtiği durumlar, aynı zamanda hayatının gidişatını değiştirecek kararlar aldığı anlardır. Örneğin ciddi bir hastalık teşhisi alan birinin verdiği hayatta kalma mücadelesi, onun öncelikler hiyerarşisini altüst edebilir; kariyerini, ilişkilerini, hayata bakışını kökten değiştirebilir. Benzer şekilde, bir doğal afet veya savaş ortamında hayatta kalmaya çalışan insanlar, normalde asla ortaya çıkmayacak cesaret, yaratıcılık ve dayanışma örnekleri sergileyebilirler. Bu olağanüstü durumlar, dalgaların kayayı dövmesi gibi, bizi döver ama aynı zamanda şekillendirir.

Bu olguya psikolojide “travma sonrası büyüme” (post-traumatic growth) adı veriliyor. Ağır travmatik deneyimler geçiren bazı bireyler, sonrasında hayata daha derin bir anlam atfettiklerini, önceliklerini yeniden değerlendirdiklerini ve eskiye kıyasla psikolojik olarak daha güçlü hale geldiklerini ifade ediyorlar. Elbette travma herkes için büyümeye yol açmaz; kimi insanı kırar döker, hatta kalıcı yaralar bırakır. Ancak dalgaların falezleri yontması metaforunda vurgulanan nokta şu: Yaşanan her sarsıcı deneyim, kişi fark etse de etmese de, onda bir iz bırakır ve o izi nasıl yorumladığı, onu nasıl bir şekle soktuğu, kişinin sonraki hayatını belirler. Friedrich Nietzsche ünlü sözünde “Beni öldürmeyen şey beni güçlendirir” derken tam da bu fikri dile getiriyordu. Can havliyle atlattığımız badireler, eğer “bizi öldürmemişse”, bizi evvelkinden daha dayanıklı, daha bilge, belki de hayata karşı daha mütevazı kılar.

Can havli anlarının bir özelliği de, insana anı yaşama deneyimini en yoğun şekilde tattırmasıdır. Günlük hayatın rutininde zihin hep geçmişe takılır veya geleceği planlar; fakat acil bir tehlike anında zihin tümüyle şimdiye odaklanır. Bu açıdan bakıldığında, can havli yaşarken insan tam bir farkındalık haline de girer denebilir – istem dışı ve stres dolu bir farkındalık olsa bile. Bu deneyim sonrasında, tehlike geçip sular durulduğunda, kişi hayata dair bazı gerçekleri daha net görebilir. Örneğin “bugün hayattaysam bu bir lütuf, öyleyse şu anın kıymetini bilmeliyim” düşüncesi pek çok ölüm tehlikesi atlatmış insanın dilinden düşmez. Ya da “onca boş şey için üzülmüşüm, halbuki asıl önemli olan… (ailemdi, sağlığımdı, sevgiymiş)” gibi farkındalıklar ortaya çıkar. Yani can havli, bir bakıma hayatın hızlı akan nehrinde insanı sertçe sarsıp uyandıran bir çağlayan gibidir; o çağlayandan sağ çıkabilen, sudan başını kaldırdığında etrafındaki manzarayı çok daha keskin bir görüşle seyreder.

Toplumsal düzeyde de can havli durumlarının dönüştürücü gücünü görürüz. Büyük felaketler, savaşlar veya toplumsal mücadele dönemleri, hem bireyleri hem toplumları derinden etkiler. Örneğin, bir toplumun varoluşsal bir tehdit (işgal, doğal afetler, salgın gibi) karşısında topyekûn seferber olması, o toplumun üyeleri arasında daha önce görülmemiş bir dayanışma ruhu yaratabilir. İnsanlar, normal zamanda asla yapmayacakları fedakârlıkları can havliyle yaparlar; varlıklarını ortak bir amaç uğruna ortaya koyarlar. Tarih boyunca birçok ulusun en “anlamlı” saydığı dönemler, genellikle büyük mücadelelerin verildiği, kolektif can havlinin yaşandığı dönemlerdir. Örneğin Çanakkale Savaşı veya Kurtuluş Savaşı gibi olaylar, Türk toplumsal hafızasında sadece birer tarihsel hadise değil, aynı zamanda ulusal bir dirilişin, ortak bir anlamın sembolü haline gelmiştir. Bu tür dönemlerde yaşanan can havli, toplumun geleceğinde bir miras bırakır; nesiller boyu anlatılan hikâyeler, değerler, ibretler bu deneyimlerden süzülür.

Elbette can havlinin her zaman olumlu bir şekillendirici olduğunu söylemek aşırı iyimserlik olur. Travma kavramı, tam da can havliyle atlatılan ama izleri acı veren deneyimleri tanımlar. Travma geçiren birey veya toplum, bazen de içe kapanır, korkulara saplanır, tekrar aynı şeyi yaşamamak için kendini kısıtlar. Daha önce belirttiğim dalgaların yonttuğu falezler mecazına dönersek: bazı kayalar dalgaların kuvvetiyle öyle çatlar ki, artık eski bütünlüğünü koruyamaz, parçalara ayrılır. İnsan da bazen öyle kırılgan hale gelir ki en ufak bir darbede dağılıverecekmiş gibi hisseder. Yani her zorlu deneyim mutlaka insanı daha güçlü kılacak diye bir kural yoktur. Bu noktada kritik olan, yaşanan deneyimin anlamlandırılmasıdır. Eğer insan başına gelen felakete bir anlam atfedebilirse – örneğin “bu acıdan öğreneceğim şeyler var” diyebilirse – işte o zaman dalganın darbesini bir şekil verici güç haline getirebilir. Aksi takdirde, o darbe sadece kırıp geçen bir güç olarak kalır.

Can havli ve can sıkıntısı, bu açıdan birbirini tamamlayan bir ikili gibi de düşünülebilir. Biri, hayatın çok fazlasıyla “anlam yüklü” olduğu (çünkü hayatta kalmak en büyük anlamdır) bir uç noktayı temsil eder; diğeri, hayatın tüm anlamını yitirdiği bir boşluğu. İronik biçimde, her iki durumda da insan kendini unutur. Can havlindeyken kendini düşünemez, sadece tehdide odaklıdır; can sıkıntısındayken de kendini bulamaz, çünkü nereye baksa bir mana göremez. Fakat aynı zamanda, her iki durumda da insan kendisiyle yüzleşir: Can havli anında sınırlarını, korkularını, yaşama arzusunun gücünü görür; can sıkıntısında ise içindeki o sabırsız ruhu, tatminsizliği ve belki de kendini tanıma ihtiyacını fark eder.


Toplum, İktidar ve Anlam-Anlamsızlık Döngüsü

İnsanın bireysel serüveni olan bu sarkaç hareketi, aslında toplumsal yapılar ve iktidar ilişkileri içinde de gözlemlenir. Bir toplum uzun süre barış, refah ve istikrar içinde yaşarsa, toplumsal düzeyde bir tekdüzelik ve doygunluk hali oluşur. İlk bakışta bu olumlu bir durumdur; insanlar güvendedir, rahattır. Ancak tarih gösteriyor ki, uzun süren durgunluk dönemlerinde toplumlarda bir deşarj olma ihtiyacı ortaya çıkabilir. Bazen bu kendiliğinden olur (iç çatışmalar, isyanlar, kültürel patlamalar), bazen de iktidar odakları tarafından yönlendirilir. İktidarlar, kitlelerin dikkatini dağıtmak veya bir arada tutmak için zaman zaman ya bir “oyalanma” aracı sunarlar ya da bir tehdit ve korku atmosferi yaratırlar. Her iki durumda da, toplumun sarkaç misali can sıkıntısından can havline veya tam tersine savrulduğunu görürüz.

Tarihte “ekmek ve sirk” politikası diye bilinen (Latince panem et circenses) bir kavram vardır: Roma İmparatorluğu döneminde yöneticiler, halkın canının sıkılmasını ve siyasi sorunlara kafa yormasını engellemek için onlara bedava tahıl (ekmek) ve eğlenceler, gladyatör oyunları (sirk gösterileri) sunardı. Bu, iktidarın can sıkıntısını yatıştırmak için kullandığı bir yöntemdi. Modern zamanlarda da benzerini görmüyor muyuz? Televizyonlar, büyük spor organizasyonları, sürekli yenilenen tüketim malları, 7/24 akan sosyal medya akışları… Bunlar hep bir çeşit modern sirk işlevi görüyor. Toplumu büyük ölçüde oyalıyor, dikkatini çekiyor, duygularını anlık heyecanlarla dolduruyor. Böylece insanlar belki hayatlarının derin anlam eksikliği üzerine daha az düşünür hale geliyorlar. Ancak bu sefer de, bu yapay meşguliyetlere rağmen tam olarak tatmin olamayan bireylerde bir nevi gizli can sıkıntısı süreğenleşiyor. Kendi kendine kalmaya tahammül edemeyen, sürekli bir ekran veya gürültüye ihtiyaç duyan bir nesil oluşuyor. Bu, iktidarın belki de istemeden yol açtığı bir sonuç: Anlam krizini çözmek yerine erteleyen, üstünü örten bir toplumsal yapı.

Öte yandan, iktidarlar bazen kitleleri can havli moduna sokarak da kontrol edebilir. Bir dış düşman tehdidi, sürekli bir “beka sorunu” vurgusu, toplumun korku ve hayatta kalma içgüdülerini tetikleyerek bireyleri ortak bir mücadele etrafında kenetleyebilir. Savaş zamanlarında ya da otoriter rejimlerde sıkça görüldüğü gibi, liderler halkın varoluşsal kaygılarını belirli bir hedefe yönlendirip kolektif bir can havli yaratabilirler. Bu durumda insanlar kişisel dertlerini, can sıkıntılarını unutur, çünkü her an tetikte olmaları gerektiği duygusu verilir. Hannah Arendt, totaliter rejimlerin yükselişinde, kitlelerin yalnızlık ve anlamsızlık duygusunun büyük rol oynadığını belirtir. Yalnızlaşmış, hayatta bir amacı kalmamış bireyler, kendilerini aşan büyük bir dava veya hareket uğruna can havliyle harekete geçmeye hazır hale gelirler. Bu, iktidar açısından hem bir fırsat hem de risk taşır: Kitleleri ortak bir amaç uğruna seferber etmek düzeni pekiştirebilir, fakat amaç sorgulanmaya başladığında büyük hayal kırıklıkları ve öfke patlamaları da doğurabilir.

Toplumsal anlam-anlamsızlık döngüsü, çoğu zaman ekonomik koşullarla da bağlantılıdır. Ünlü ekonomist John Maynard Keynes, 1930’da yazdığı bir makalede, teknolojik ilerleme sayesinde gelecekte (örneğin 21. yüzyılda) insanların haftada sadece 15 saat çalışmasının yeteceğini ve geri kalan zamanda can sıkıntısıyla baş etmenin en büyük mesele olacağını öngörmüştü. Kısmen haklı çıktı denebilir: Bugün gelişmiş ülkelerde ortalama çalışma saatleri azalmış olsa da, insanlar boş zamanda gerçekten mutlu ve tatmin olmuş değiller. Hatta tam tersine, boş zaman arttıkça bir hiçlik hissi belirebiliyor. Bu yüzden modern insan kendini durmaksızın meşgul etmek zorunda hissediyor; iş dışında kendine yüklenen yapay meşguliyetler (hobi adı altında performansa dökülen uğraşlar, sosyal medyada varolma çabası, sürekli kişisel gelişim faaliyetleri vb.) bir tür can havliyle yapılan anlamsızlık savar eylemler gibidir. 

Toplumların da tıpkı bireyler gibi bir hafızası ve kimliği var ve bu kimlik, yaşanmış kolektif deneyimlerle şekilleniyor. Ortak zaferler, ortak acılar, ekonomik bunalımlar veya refah dönemleri… Bunların her biri toplumsal bilinçte ya bir can havli hatırası ya da bir can sıkıntısı sendromu bırakıyor. Mesela 1920’lerin “Kayıp Kuşağı”, I. Dünya Savaşı sonrası büyük bir anlamsızlık ve boşluk hissiyle tanımlanmıştı; savaşın dehşeti geçince geriye hayatın ne olduğu konusunda bir şaşkınlık kalmıştı. Bunu takip eden dönemde ideolojik hareketlerin (faşizm, komünizm gibi) güç kazanması tesadüf değildi – milyonlar, yeni bir anlam arayışı içinde bu kolektif davalara dört elle sarıldı, can havliyle toplumsal dönüşümlere girişti. Ancak bu dönüşümler yeni felaketler getirince döngü devam etti: Yine yıkım, yine boşluk, yine arayış…

Günümüz toplumunda belki dünya savaşları yaşamıyoruz, ama bu sarkaç hareketinin izlerini mikro ölçekte her yerde görmek mümkün. Örneğin, ekonomik kriz dönemlerinde insanlar işlerini, evlerini kaybetme korkusuyla bir can havli psikolojisine giriyorlar. İş bulmak için, ailesini geçindirmek için yoğun bir stres altında koşturuyor, belki birkaç işte birden çalışıyorlar. Sonra ekonomi düzelip ferahlama geldiğinde, bir süre her şey güzel gelse de, kısa sürede yeni bir tatminsizlik baş gösteriyor: “Daha fazlasını istiyorum, yaptığım iş ne anlam ifade ediyor, hayatım sadece çalışmaktan mı ibaret olacak?” gibi sorular beliriyor. Bu kez de bir varoluşsal sıkıntı evresine giriliyor. Bireyler belki kariyer değiştiriyor, farklı arayışlara yöneliyor veya içten içe bir bunalım yaşıyorlar.

Toplum-birey-iktidar ilişkilerinde, anlam ve anlamsızlık döngüsünü kırmanın yolu nedir peki? Bu elbette çok boyutlu bir soru, ama bir ipucu, denge kavramında yatıyor olabilir. Ne tamamen can sıkıntısının uyuşturucu rehavetine kapılmak, ne de sürekli can havli alarmıyla yaşamak sağlıklıdır. Sağlıklı bir toplum, bireylerine ne katıksız bir rehavet ne de bitimsiz bir korku hali dayatmamalı; bunun yerine, uğrunda çaba harcanacak anlamlı hedefler sunmalı ama aynı zamanda huzurlu bir nefes alabilecekleri güvenlik ve özgürlük alanları bırakmalıdır. İktidarların sorumluluğu, belki de, insanlara sahici bir amaç duygusu verebilecek ortak iyilik projeleri geliştirmek – örneğin eğitim, bilim, sanat, çevre koruma gibi uzun vadeli ama aciliyet duygusu da barındıran hedefler – ve bunu yaparken farklı bireylerin kendi anlam arayışlarına da saygı duymaktır. Aksi halde, ya bomboş bir tüketim cennetinde sıkıntıdan patlayan, ya da sürekli tehlike masallarıyla uykuları kaçan bireylerden oluşan bir topluma hapsoluruz.


Sonuç: Sarkaçta Dengenin İzinde

Hayatın sarkacı, durmaksızın sallanmaya devam edecek. İnsanın doğası gereği, belki de asla tam bir denge noktasında duramayacağız; hep uçlara savrulma potansiyelimiz olacak. Ancak bu, umutsuzluğa kapılmayı gerektirmiyor. Aksine, hem can sıkıntısı hem de can havli, doğru anlaşıldığında, bize insan olarak kim olduğumuza dair çok şey öğretir. Can sıkıntısı, hayatımızda eksik olan şeyi bulmamız için bir davettir aslında – ruhumuzun derinlerden gelen bir sinyalidir: “Daha anlamlı bir şey bul, kendini oyala değil, kendini gerçekleştir” diyen bir çağrı. Can havli ise, içimizdeki yaşama arzusunun, direnç gücünün bir kanıtıdır; zorda kaldığımızda neleri başarabileceğimizi, hayatı aslında ne kadar çok sevdiğimizi ortaya koyar.

Bu denge arayışında, başlangıçta kurguladığım metaforlar bize tekrar yol gösterebilir. Suya atılan taş misali deneyimlerimizin en derinimize işlediğini biliyoruz. O halde, içimizde biriken bu tortuları, bu deneyimlerin izlerini, bir bilgelik kaynağına dönüştürmeye çalışabiliriz. Belki hemen şimdi değil, ama zaman içinde, o taşların dipte oluşturduğu birikim anlamlı bir desene dönüşebilir. Bunun için kendimize zaman tanımak, can sıkıntısının panzehirini sürekli dışarda aramak yerine bazen içimizin dibine dalmak gerekebilir. Dalgaların yonttuğu falezler metaforu da bize şunu hatırlatır: Hayatın darbeleri bizi şekillendirdi, evet, ama nasıl bir şekil alacağımız konusunda tamamen pasif değiliz. Her darbe sonrasında, kendimizi yeniden tanımlama, toparlama ve istediğimiz yöne eğilme şansımız var. Yontulurken şeklimizi bütünüyle dalgalar belirlemiyor; biz de direnç noktamızı, duruş açımızı seçiyoruz.

Hayatımın farklı dönemlerinde bana ilham olan Filozof Albert Camus, ünlü Sisifos Söyleni’nin sonunda (Sisifos’dan ilham alarak bir şiir dahi yazmıştım) efsanevi cezaya çarptırılmış Sisifos’un tanrılara başkaldırısını anlattıktan sonra “Sisifos’u mutlu olarak hayal etmek gerek” der. Bu cümle, aslında insanın saçma ve anlamsız görünen bir uğraşta bile kendi anlamını yaratabileceğini vurgular. Biz de hayatın sarkacında, tekrar tekrar aynı noktaları ziyaret ediyor olsak bile, kendi anlamımızı yaratma özgürlüğüne sahibiz. Bazen can havliyle bir kayaya tutunurken, bazen can sıkıntısıyla boşluğa bakarken, her defasında durup “ben bu duruma ne anlam vereceğim?” diye sorabiliriz. İşte bu soru, bizi sarkacın edilgen bir yükü olmaktan çıkarıp, kendi yaşamımızın aktif öznesi yapar.

Son tahlilde, insan olmak demek, anlam ile anlamsızlık arasında, umut ile umutsuzluk arasında, coşku ile bunalım arasında gidip gelmek demek. Bu salınımın şiirsel tarafı, her dönüşünde bize farklı bir pencere açmasında yatar. Can sıkıntısının melankolisinde belki kendimizi dinler, hayatın inceliklerini fark ederiz; can havlinin fırtınasında ise hayatın biricik değerini anlar, her nefesin kıymetini öğreniriz. Hayat bir sarkaç gibidir – evet. Fakat o sarkacın sallanışı, bir ileri bir geri aynı çizgide gitmez aslında; sarmal bir yoldur bu, çünkü biz her deneyimde biraz değişiriz. Dönüp dolaşıp aynı ruh hallerine varsak bile, artık aynı kişi değilizdir. Önemli olan, bu döngüsel yazgıyı bir kısır döngüye çevirmemek, onu bir öğrenme ve büyüme süreci haline getirebilmektir.

İnsanlık hali, can sıkıntısı ile can havli arasında salınırken, toplumu, kültürü, iktidarı ve bireyiyle birlikte büyük bir sınav veriyor: Anlam sınavı. Bu sınavın mutlak doğru cevabı yok belki; ama doğru soruları sormaya devam etmek, kendi metaforlarımızla hayatı yorumlamak ve içimizde hem boşluğun hem de mücadelenin sesine kulak vermek, bizleri daha bilinçli, daha duyarlı ve en nihayetinde daha “insan” kılacaktır.


Volkan ÇELİK

 Öne Çıkanlar

 

Benzer Sayfalar



Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi