Hür Katip | Bilim Kültür Sanat Edebiyat

Yayın Tarihi : 24.09.2025 20:50

YAZARIN YAZILARI >
YAZARIN ŞİİRLERİ >


İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜN ONTOLOJİK FİGÜRLERİ


"İyilik ve kötülük, insan istencinin iktidar araçlarıdır. Yüzeyde çatışan karşıtlar gibi görünseler de, özünde aynı kökten beslenen ve arzunun farklı maskeleri altında kendini tekrar eden figürlerdir."


İnsanın bireysel yükselme dürtüsü, çoğu zaman etrafındaki diğer insanları geride bırakılacak birer basamak olarak görmesine neden olur. Bu hırs ve rekabet ortamında temel bir soruyla karşılaşırız: İnsan doğası özünde iyi mi yoksa kötü müdür? Yüzyıllardır filozoflar ve düşünürler insanın mahiyetini tartışırken, bu soru etrafında farklı görüşler üretmişlerdir. Kimi düşünürler insanın doğuştan iyilik taşıdığına inanırken, kimileri de insanın özünde bencil ve saldırgan olduğuna işaret etmiştir. Schopenhauer gibi filozoflar, insan doğasının karanlık yönlerine dikkat çekmiş ve insandan bahsederken dehşete kapılmanın anlaşılır olduğunu belirtmişlerdir. Gerçekten de günlük hayata ve tarihe baktığımızda, insanın içindeki kötücül eğilimlerin medeniyetin ince kabuğunu sıkça çatlatabildiğini görürüz. Uygarlık kuralları ve yasalar gevşediğinde, insan doğasının vahşi yüzü açığa çıkar; öyle ki, “insan tabiatındaki acımasızlık, onu bir kaplandan veya sırtlandan hiç de aşağı kılmaz” demek abartı olmaz. Bu durum, insanın özünde karanlığa daha meyilli olabileceği düşüncesini güçlendirmektedir.

İnsan doğasının bu karanlık eğilimi karşısında iyiliğin konumu zayıf ve belirsiz görünür. İyilik çoğu zaman güç kazanmada etkisiz kalırken, kötülüğün “karanlık tarafı” tuhaf ama çekici bir güç vadediyor gibi görünür.


İnsan Doğasının Karanlık Eğilimi

İnsanlık tarihine baktığımızda, iyilik ve kötülük arasındaki mücadelenin sayısız örneğini görürüz. Ne var ki bu mücadelede kötülüğün sık sık baskın çıktığı, en azından izlerinin daha derin ve kalıcı olduğu dikkat çeker. İnsan doğasının kötücül yanına vurgu yapan düşünürler, kötülüğün sıradan insanlar arasında bile kolayca filizlenebildiğini ileri sürer. Schopenhauer, en erdemli görünen kişilerin bile zaman zaman beklenmedik bir zulüm veya bencillik gösterebildiğine dikkat çeker. Gerçekten de her insanın doğasında bir miktar kötülük bulunduğu söylenebilir; en iyi huylu bildiğimiz insanların bile beklenmedik anlarda sergilediği küçük acımasızlıklar, onların “vahşi tür” ile olan akrabalığını ortaya koyar. Bu durum, insanın doğuştan masum olmadığı, aksine içgüdüsel olarak karanlığa meyledebildiği fikrini destekler.



İnsan doğasının karanlık tarafı, düşmanlık, saldırganlık ve bencillik gibi duygularla kendini belli eder. Uygar toplum, hukukun ve ahlakın zincirleriyle bu içgüdüleri terbiye etmeye çalışsa da, bu zincirler gevşediğinde insanın “tabiatı” kendini göstermeye başlar. Savaşlar, iç çatışmalar veya otorite boşlukları, sıradan insanların bile ne denli zalimleşebileceğini ortaya koymuştur. Medeniyetin ince perdesi aralandığında, Thomas Hobbes’un “insan insanın kurdudur” özdeyişindeki hakikat karşımıza dikilir. Freud gibi düşünürler de benzer biçimde, insanların özünde saldırganlığa yatkın olduğunu, uygarlığın bu saldırganlığı bastırmak için inşa edildiğini öne sürmüşlerdir. Nitekim Freud, kültürün ilerlemesine rağmen insanların “birbirine karşı duyduğu düşmanlık ve yok etme arzusunun” baki kaldığını, bu nedenle toplumsal düzenin sürekli tehdit altında olduğunu belirtir. Bu perspektifte insanın doğasını ehlileştirilmiş bir canavar olarak görmek mümkündür: Uygun şartlar oluştuğunda en uygar insan bile içindeki ilkel güdülere yenik düşebilir.

Modern psikoloji literatüründe bile “kötü” olayların ve dürtülerin “iyi” olanlardan daha güçlü etki bıraktığına dair bulgular mevcuttur. Roy Baumeister ve arkadaşlarının yaptığı kapsamlı bir derleme çalışması, gündelik hayattan ilişkilere, bellekten duygulara kadar pek çok alanda “kötünün iyiye nazaran daha güçlü” etkiler yarattığını ortaya koymuştur. Olumlu deneyimler çabuk unutulurken travmaların iz bırakması, ilişkilerde tek bir kötü davranışın onlarca iyi davranışı gölgeleyebilmesi, hatta dilimizde bile kötü olayları tarif eden kelimelerin iyilere kıyasla daha çeşitli olması bu olgunun göstergeleridir. Söz konusu araştırmacılar, genel bir ilke olarak “kötü daha güçlüdür” önermesini ortaya koymuşlardır. Bu bilimsel bulgu, felsefi olarak tartıştığımız insan doğasının karanlık eğilimine paralel bir tablo çizer: İnsan zihni ve toplumu, negatif olana pozitif olana kıyasla daha duyarlıdır, kötülük tohumları daha hızlı filizlenir ve daha uzun süre yaşamımızı gölgeleme potansiyeline sahiptir.


Kötülüğün Çekiciliği, İyiliğin Zaafı

Kötülüğün çekiciliği meselesi, insan psikolojisinin ve toplumsal dinamiklerin ilginç bir yönünü oluşturur. Pek çok insan için güç sahibi olmak, kontrol etmek, korku salmak belirli bir çekim gücüne sahiptir. Otoriter liderlerin kitleleri peşinden sürükleyebilmesi, totaliter ideolojilerin bağlılık yaratması bu güdüyle ilişkilendirilebilir. Kötülük, en ilkel anlamıyla, “güç istenci”ni tatmin eder görünür: Kişiye, başkaları üzerinde sınırsız bir tasarruf hissi verir. Karanlık tarafta olmak, mutlak bir itaati beraberinde getirir. Bir zorba, etrafındaki herkesin kendisine boyun eğmesini sağlayarak benliğini üstün konumda hisseder. Bu, elbette sahte ve yıkıcı bir üstünlüktür; ancak insanın egosu için anlık da olsa bir doyum sağlar. Örneğin, bir diktatör emri altındaki milyonların kaderini belirlediğini düşündüğünde, büyük bir güç vehmine kapılır. Bu vehim, onun kötülüğünü besler, daha da acımasız kararlar almasını kolaylaştırır. Kötülük yapan kişi, karşısındakilerin korkusunu, çaresizliğini gördükçe kendisini adeta tanrısal bir kudret sahibi gibi hissedebilir. Bu yüzden kötülük, tuhaf biçimde çekici bir auraya bürünür: Kişiye kendini güçlü, dokunulmaz, sınır tanımaz hissettirir.

Buna karşılık iyilik, bir zaaftan veya güçsüzlükten kaynaklanıyormuş gibi bile algılanabilir. Nietzsche, bu konuda son derece kışkırtıcı tespitlerde bulunur: Merhamet ve acıma duygusunun aslında güçsüz ve fetih ihtimali olmayanların en “hoş” duygusu olduğunu söyler. Yani, kendini gerçekleştirme veya büyük zaferler kazanma imkânı bulamayanlar, avuntu olarak merhamete sarılırlar. Bu görüş aşırı görünse de altında yatan fikir şudur: İyilik yapma, merhamet gösterme eylemleri, veren kişiye ahlaki bir üstünlük hissi ve içten içe bir kibir verebilir. İyilik yapan kişi – bilinçli olmasa bile – kendini erdemli görerek bir tür manevi tatmin yaşar. Karşı tarafın minnettarlığı ise onun egosunu okşar, kendisini yüce gönüllü bir konuma yerleştirir. Bu açıdan bakıldığında iyilik, incelikle gizlenmiş bir üstünlük iddiasına dönüşebilir. Nitekim “zayıfa acımayı ruhun yüceliğinin ölçütü olarak koymak” fikri Nietzsche’ye göre sorunludur. Çünkü merhamet, üstü kapalı bir şekilde, merhameti göstereni ahlaken yüksekte, acınan kişiyi ise aşağıda konumlandırır. Bu ise aslında bir güç dengesizliğidir: Merhamet eden, bilinçdışı da olsa “üstün” olduğunu varsayar; merhamet edilen ise “zavallı” rolüne mahkûm olur. Nietzsche’ye göre böylesi iyi duygular maskesi altında, üstün tiplerin saldırıya uğradığı ve vasatlığın korunduğu iddia edilebilir. Merhamet ve sevgi, eğer yanlış saiklerle beslenirse, toplumda güçlü ve yaratıcı olanın törpülenip ortalama olana prim verilmesine yol açabilir. Burada dile getirilen fikir serttir: İyilik, eğer eleştirel bir gözle bakmazsak, kendi içinde bir ikiyüzlülüğü, gizli bir güç arzusunu taşıyabilir.

İyiliğin zaafı, onu suistimal etmeye meyilli insanlarda da ortaya çıkar. Bir birey, iyilik yapanın karşılık beklemediğini fark ettiğinde, bunu kullanmaya, daha fazlasını talep etmeye başlayabilir. Bu nedenle iyilik, kimi zaman iyiliği yapanı incitebilen, onu düş kırıklığına uğratabilen sonuçlar doğurur. “İyilikten maraz doğar” atasözümüzde ifadesini bulan durum budur: İyi niyetle yola çıkan insan, beklemediği tepkilerle karşılaşabilir, nankörlük görebilir veya iyi niyeti istismar edilebilir. Kötülük ise neticede böylesi bir hayal kırıklığı yaşamaz, zira zaten beklentisi negatif üzerinedir. Kötülük yapan, etrafından nefret ve korku bekler; bunu alınca şaşırmaz. İyilik yapan ise iyiliklerinin takdir edilmesini veya karşılık bulmasını ister; bulamadığında içsel bir çatışma yaşar. Bu bakımdan iyiliğin kırılgan bir gururu olduğunu söyleyebiliriz. İnsan, iyi işler yaptığında takdir görme arzusunu bastırmakta zorlanır. Hatta bazı durumlarda iyilik yapan kişi, iyiliği sayesinde ahlaki bir üstünlük elde ettiğini düşünerek ince bir kibire kapılabilir. Merhametin sağladığı bu gizli kibir, iyilik olgusunu saf olmaktan uzaklaştırır. İyiliği gerçekten karşılık beklemeden, gösterişsiz ve sırf iyilik olsun diye yapabilmek pek az insanın başarabildiği bir erdemdir. Çoğumuz, yaptığımız iyiliğin en azından bir “iyi insan” imajı kazandırmasını, bir teşekkür veya hayranlık uyandırmasını bekleriz. Bu da gösteriyor ki iyilik, kendi içinde büyük bir çelişki barındırır: Hem özgeci hem de egoist bir yanı vardır.

Bu noktada insanın yaptığı her şeyin eninde sonunda kendine yönelik olduğunu ileri süren görüşleri hatırlamak gerekir. Felsefe bütün insan eylemlerinin nihai motivasyonunun kişinin kendi çıkarı olduğunu savunur. Bu teze göre, en fedakâr görünen davranışlarda bile kişi dolaylı da olsa bir tatmin arar. Birine yardım etmek, özünde, kişinin kendi vicdanını rahatlatması, ilerde benzer durumda yardım görebileceği bir toplumsal norm yaratması veya sadece kendini iyi hissetmesi için yapılır. Görünüşte tamamen karşılıksız bir iyilik bile, kişinin kendi ahlaki değerlerine uygun davrandığı için duyduğu iç huzurla “ödüllendirilir”. Stanford Felsefe Ansiklopedisi’nde de belirtildiği gibi, egoizm “her insanın sadece kendi iyiliğini nihai amaç edindiğini” iddia eder ve görünürdeki fedakârlıkların dahi aslında kişinin dolaylı çıkarlarına hizmet ettiğini öne sürer. Örneğin bir kişi, sadece başkası mutlu olsun diye yardım ediyor olsa bile, bu eylem ona vicdani bir tatmin sağlayabilir; dolayısıyla yine kendi mutluluğu için bunu yapmaktadır. Hatta bir adım ötesi, o iyiliği bizzat kendisinin yapmış olması, onda bir iktidar hazzı bile yaratabilir – “yardım eden ben oldum” deme hissi. Görünüşte diğerkâm bir davranışın ardında yatan bu tür kendine yönelik paylar, iyiliğin tanımını bulanıklaştırır ve insanın ikiyüzlü doğasını açığa çıkarır.

Özetle, iyilik kavramı insan açısından büyük bir ironi barındırır: İyi olmak, erdemli görünmek isterken; bu erdemin içinde bile bir kendini yüceltme arzusu kıvılcımlanır. İnsan hem bencil hem de toplumsal bir varlık olduğu için, yaptığı iyilik bile kendi egosuna hizmet edebilir. Bu içsel çelişki, iyiliği filozoflar için zorlu bir kavram haline getirmiştir. “Gerçek iyilik mümkün mü?” sorusu tam da bu nedenle zihinleri kurcalar. Eğer yaptığımız her iyilikte dolaylı bir bencillik payı varsa, mutlak anlamda “iyi insan” olmak erişilmez bir idealdir. Kötülüğün netliği karşısında, iyiliğin bu muğlak yapısı, insana dair kuşkucu bir bakış açısını haklı çıkarır görünmektedir.


İyilik ve Kötülük: İradenin İktidar Araçları

Tüm bu analizler bizi iyilik ve kötülüğün özünde ne olduğuna dair bir yoruma götürüyor: İyilik de kötülük de insan istencinin (iradesinin) iktidar enstrümanlarıdır. İnsanı harekete geçiren temel şey, isteme kudreti, yani iradedir. Arthur Schopenhauer, evrendeki asıl gerçekliğin “isteme” (irade) olduğunu söylerken, insan davranışlarını da bu istemenin dışavurumları olarak görmüştü. İnsan, içindeki bitmek bilmeyen isteme güdüsü nedeniyle çeşitli eylemlerde bulunur; bu eylemlerin bazıları iyi, bazıları kötü olarak nitelendirilir. Fakat nihayetinde hepsi aynı kökten, aynı iradi itkiden beslenir.

İyilik ve kötülük yüzeyde birbirine zıt ve çatışma halinde görünse de, arka planda insan arzusunun ürünleridir. Her ikisi de özünde insanın kendi arzusunu tatmin etme yollarıdır. Kişi iyilik yaptığında, belki kendini ahlaki olarak tatmin eder ya da toplumsal onay kazanır; kötülük yaptığında ise güç ve kontrol arzusunu doyurur. İki durumda da, eylemlerin sonuçları dönüp dolaşıp o eylemleri gerçekleştiren kişinin kendi iç dünyasına, kendi kaynağına geri taşınır. Bu anlamda iyilik de kötülük de birer arzu figürüdür: İnsan, arzu ettiği bir şeyi elde etmek, içsel bir gereksinimi karşılamak için bazen iyi bazen kötü yolları seçer. Bu seçim, büyük ölçüde karakterine, içinde bulunduğu şartlara ve değer yargılarına bağlıdır; ancak motivasyonun temelinde bir iktidar isteği olduğunu söyleyebiliriz.

Sözgelimi, bir hayırsever düşünelim: Yoksullara cömertçe yardım ediyor, toplumda saygınlık kazanıyor. Dışarıdan bakıldığında bu kişi “iyi”dir. Fakat derine indiğimizde, bu iyilik eylemi onun iradesinin bir aracı haline gelmiş olabilir – belki kendini üstün ve erdemli hissetme arzusunu tatmin ediyordur, belki de dünya üzerinde bir fark yaratma güdüsünü gerçekleştiriyordur. Her hâlükârda, yaptığı iyilikler onun bir şekilde gücüne güç katmakta, kendi değer duygusunu yükseltmektedir. Buna karşılık bir zorbayı ele alalım: İnsanlara zulmediyor, korku salıyor, kötü eylemlerle hüküm sürüyor. Bu kişi de “kötü”dür. Onun da motivasyonu iradesinin bir sonucudur: Herkesi dize getirme, sınırsız tahakküm kurma arzusunu tatmin etmektedir. İyilik veya kötülük olarak adlandırdığımız bu iki uç, gerçekte aynı irade ağacının dalları gibidir. Kök, insanın bitimsiz arzu ve istekleriyle beslenir; dallardan biri başkalarının yararını gözeterek (iyilik), diğeri başkalarına zarar vererek (kötülük) büyür. Ama her ikisi de besinini aynı özsudan, yani insanın güç isteminden alır.

Bu bakış açısıyla, ahlakın da ikiyüzlü bir yapıya bürünmesi olasıdır. İnsan iradesi güçlüdür ve çoğu zaman kendi isteklerini “iyi” kisvesi altında da, “kötü” kisvesi altında da gerçekleştirebilir. Hatta kimi zaman aynı eylem hem iyi hem kötü sonuçlar doğurabilir ve kişinin niyetinin karanlık mı aydınlık mı olduğu belirsizleşir. Mesela bir yönetici, toplumun iyiliği için katı kararlar aldığını iddia edebilir (iyi niyet söylemi), ama alttan alta kendi otoritesini pekiştirmek için baskı kuruyor olabilir (gizli güç arzusu). Burada iyilik retoriği, iradenin iktidar aracına dönüşmüştür. Kötülük de çoğu zaman “iyi bir amaç uğruna” yapıldığı iddiasıyla gerekçelendirilir – tarih bu tür örneklerle doludur. Örneğin Engizisyon, ruhları kurtarmak (iyi bir amaç) adına işkenceyi ve yakmayı (açık bir kötülük) meşrulaştırmıştı. Demek ki aynı iradi amaç (iktidar kurmak, düzen sağlamak, inançları egemen kılmak gibi) hem iyilik maskesiyle hem kötülük aracıyla kendini gösterebilir.

Tüm bunlar, iyilik ve kötülük kavramlarının kökensel birliğine işaret eder. İyilik ve kötülük, insanlığın kültürel ve ahlaki tarihinde sanki zıt ikizler gibi var olurlar. Biri olmadan diğeri de anlaşılamaz hale gelir. Aslında kötülüğün varlığı, iyiliğin değerini belirler; iyiliğin varlığı da kötülüğün dehşetini tanımlar. Karanlık olmadan ışık kavramı muğlak kalırdı; benzer şekilde mutlak bir iyilik fikri de kötülük hiç olmasa belki anlamını yitirirdi. Bu nedenle bazı filozoflar iyilik ve kötülüğün aynı madalyonun iki yüzü olduğunu söyler. Bu madalyonun özü ise insani iradedir – istediği hedefe varmak için bazen erdemli bazen acımasız olabilen o tuhaf kudret.


Zayıflık Olmadan İyilik Olmaz mı?

İyilik kavramını daha derinden sorguladığımızda, karşımıza çıkan önemli bir tema da iyiliğin “zayıfa bağımlı” oluşudur. Basit bir ifadeyle, iyiliğin var olabilmesi için zayıfın varlığı gerekir. Bu fikir ilk duyulduğunda provokatif gelebilir, ancak yakından incelediğimizde altında yatan gerçeği fark ederiz. İyilik, tanımı gereği, bir ihtiyacı giderme, bir sıkıntıyı hafifletme ya da bir acıyı dindirme eylemidir. Eğer hiç kimse zorda olmasa, kimse yardıma muhtaç olmasa, iyilik yapma fırsatı da doğmazdı. Bu, iyiliğin “efendi” olabilmesi için bir “köle”ye ihtiyaç duymasına benzetilebilir. Nasıl ki bir efendi ancak kendine bağlı köleler varsa efendiliğini sürdürebilir, benzer şekilde iyilik yapan biri de ancak yardıma muhtaç kimseler varsa iyiliğini sergileyebilir. (Yukarıda bahsettiğim dinamik, varlıklı ile yoksul arasındaki bir ilişki konseptine ait. Savaş ortamlarında, doğal afetlerde, ani tehlike durumlarında daha farklı duygusal iç dinamikler söz konusu olabilmektedir.)

Bu durum , iyilik ile güç ilişkisi arasında incelikli bir gerilim yaratır. İyi insan, iyilik yaparak yücelmeyi arzular; fakat iyilik yapabilmesi için birilerinin düşük konumda, yardıma muhtaç pozisyonda kalması gerekir. Bu açıdan bakıldığında, iyi, zayıfın varlığıyla kendi konumunu güvenceye alır. Yardıma muhtaç kimseler oldukça, iyilik yapan kimse de kendi iyiliğini kanıtlama, sürdürme imkânı bulur. Bu tespit, iyilik eyleminin istemeden de olsa statükoyu koruyabileceğini ima eder. Örneğin, bir hayır kurumu sürekli yoksullara yardım edebilmek için, dünyada yoksulluğun tamamen bitmemiş olmasına bağımlıdır. Elbette bu, yardımların kötü niyetle yapıldığı anlamına gelmez; ancak yapısal olarak iyilik faaliyeti, bir ihtiyaç hali varsayar.

Kötülük ise bu bakımdan tuhaf bir biçimde “özgürdür”. Çünkü kötülük yapmak için başkalarının güçlü veya zayıf olması çok önemli değildir; hatta çoğu zaman kötüler bilinçli olarak en zayıfları hedef alırlar ama hedef olmaması kötülüğe engel değildir, zira kötülük bazen rastgele şiddet veya yıkım şeklinde de tezahür edebilir. Kötü kişi, karşısında bir kurban bulamazsa bile kötülüğün başka yollarını icat edebilir. Bu anlamda kötülük, herhangi bir hedef gözetmeksizin yayılma ve yok etme eğilimi taşır. Tarihte ve günümüzde, “amaçsız” görünen vandalizm, anlamsız şiddet patlamaları, sırf can yakmak için yapılan eziyetler bunun örnekleridir. İnsan bazen hiçbir çıkarı olmadığı halde bile kötülük yapabilir – sadece içindeki karanlık dürtüyü tatmin etmek adına. Bu yüzden kötülüğün çizgileri nettir: Yıkar, zarar verir, acıtır. İyilik ise bağlam bağımlıdır: Bir iyilik ancak bağlamı içinde anlamlıdır (yardım, hediye, bağış vb. ancak bir ihtiyaç veya eksiklik durumunda değer kazanır).

Efendi-köle benzetmesini ahlaki zeminde biraz daha irdeleyelim. Hegel’in ünlü efendi-köle diyalektiğinde, efendi aslında köleye bağımlıdır, çünkü kendi “efendiliğini” ancak kölenin ona olan bağlılığıyla tanımlar. Köle de efendiye bağımlıdır zira varlığı efendinin buyruğuna tabi kılınmıştır. Bu karşılıklı bağımlılık, belirli bir güç dengesizliği içinde sürer gider. Benzer şekilde, iyilik yapan da yaptığı iyiliğin anlaşılması ve takdir edilmesi için muhtaç olana ihtiyaç duyar. Muhtaç olan kişi ise iyiliğe muhtaç kalarak, belki istemeden de olsa, iyilik yapanın erdemini görünür kılar. Bir dilenci yoksa, merhamet gösterecek bir hayırsever de kendini gösteremez; mazlum yoksa, şefkat de belirsizleşir.

Bu durum bizi rahatsız edici bir sonuca götürür: İyilik, bir anlamda zayıflığı sürdürerek kendi varlık zeminini korur. Elbette hiçbir iyilik yapan, bilinçli olarak “zayıflar var olsun ki ben de iyilik yapabileyim” demez. Fakat yapısal olarak, iyilik eylemi gücünü, toplumdaki zayıfların ve mağdurların varlığından alır. Bu yüzden radikal iyimser ütopyalar – mesela dünyada hiç açlık, hiç acı olmasa – aynı zamanda iyilik kavramının da dönüşmesini gerektirir. Eğer kimsenin yardıma ihtiyacı kalmazsa, iyilik yapmak da bambaşka bir anlama bürünecektir (belki sadece nezaket ve karşılıklı jestler düzeyine inecektir).

Kötülüğün böyle bir derdi yoktur; kötülük kendi varlığını pekiştirmek için iyiliğe ihtiyaç duymaz, hatta iyiliğin tamamen yok olduğu bir dünya, kötülüğün mutlak egemenliği anlamına gelir ki bu, kötülüğün nihai arzusudur. Kötülük, karşısında zayıf ya da güçlü fark etmeksizin, her şeyi yok etmeye, kirletmeye hazırdır. Hatta çoğu zaman özellikle zayıfları hedef alır, çünkü en savunmasız olanı ezmek kötülüğün doğasına “en uygun” olandır.


Fedakârlık ve Gerçek İyilik

İyilik ve kötülük üzerine yapılan bunca tartışmanın sonunda, gerçek iyiliğin ne olduğu sorusu belirgin bir şekilde karşımıza çıkıyor. İyiliğin muğlak yapısı ve içinde barındırdığı olası bencil motifler düşünüldüğünde, bir kişinin tam anlamıyla “iyi” olabilmesi için ne gerekir? Bu noktada çarpıcı bir düşünceyi ortaya koymak istiyorum: Gerçek iyiliğin sınavı, kişinin iyilik uğruna tüm imkânlarından, hatta gerektiğinde hayatından bile vazgeçebilmesine bağlıdır. Yani iyiliğin gerçekten “iyi” olarak teşhis edilebilmesi için, iyilik yapanın kendini dahi feda etmeye hazır olması gerekir.

Bu fikir, bizi ahlak felsefesinin zirvelerine, fedakârlık kavramına götürür. Kendi çıkarını tamamen bir kenara bırakıp sırf başkası için veya bir ilke uğruna yapılan davranış, acaba mevcut dünyada ne kadar mümkün? Tarih boyunca az da olsa bunun örneklerini görürüz: Kendisini bir başkası için siper edenler, büyük bir davaya hayatını adayanlar, adalet uğruna canını tehlikeye atanlar… İşte bu tür davranışlar karşısında, içten içe “gerçek iyilik bu olsa gerek” deriz. Çünkü bu durumda artık kişinin kendi çıkarından, itibarından söz edilemez; ortada sadece yaptığı fedakârlığın büyüklüğü vardır. İyiliği her şeyin üstünde tutan kişi, gerektiğinde kendi yaşamını dahi ikinci plana atabilir. Felsefi olarak en katı ahlak kuramlarından biri olan Kant etiği de bu minvalde görüşler sunar. Kant, ahlaki yasa uğruna gerekirse hayattan bile vazgeçilebileceğini belirtir. Ders notlarında Kant’ın ifadesiyle “ahlakın gözetilmesinin hayattan çok daha önemli olduğunu, insanın yaşamını feda etmesinin bile, ahlakını feda etmesinden evla olduğunu” okuruz. Yani ahlaken doğru olanı yapmak, gerektiğinde yaşamdan bile üstün tutulmalıdır.

Fedakârlık, iyiliğin saflık sınavıdır. Kişi hiçbir çıkarı olmadan, hatta zararı olacağı kesinken bir iyilik yapıyorsa, orada artık bencil bir motivasyon aramak anlamsız hale gelir. Kendi hayatını tehlikeye atarak bir çocuğu yanan evden çıkaran birini düşündüğümüzde (daha önce belirttiğim farklı duygusal iç dinamikler, aniden ortaya çıkan tehlike durumlarında iyilik kavramını berraklaştırır, muğlaklıktan arındırır ve hakettiği mertebeye ulaştırır) bu eylemin arkasında bir ego tatmini aramak gülünç olur. Orada işleyen tek şey, saf bir iyilik istemidir. Bu düzeyde bir iyilik, belki fani insanlar için ulaşılması çok zor bir idealdir. Fakat yine de bu ideal, iyiliğin ontolojik anlamda ne anlama geldiğini gösterir: Kişinin kendini aşması, kendi varlığını dahi ikinci plana atması.

Öte yandan, herkesin sürekli bu düzeyde bir fedakârlıkla yaşaması da beklenemez. İnsan doğası, gündelik hayatta kendi çıkarlarını göz ardı etmeden de iyilik yapabilme üzerine kuruludur. Ancak fedakârlık kavramını düşünmek, bize iyiliğin nihai ufkunu gösterir. Gerçek iyilik belki de kendisini yapan kişiden bile bağımsızlaşabilen iyiliktir. Yani iyiliği yapan kişi önemli değildir, önemli olan iyiliğin kendisidir ve etkisidir. Bir insan, iyilik uğruna kendini feda etmeyi göze alabiliyorsa, o noktada artık iyilik onun için araç değil amaç haline gelmiştir. Bu mertebede, iyilik yapan kişi kendini iyiliğin üstünde tutmaz; tam tersine iyiliği her şeyin üstünde tutar. Bu ayrım kritiktir: Kendini iyiliğin üstünde tutan ile iyiliği kendinden üstün tutan arasındaki fark, ahlaki değer skalasının belki de en uç noktalarını belirler. İlki, iyilik yaparken bile bir hesap, bir kendini koruma güdüsü taşır; ikincisi ise iyilik adına kendi varlığını riske atmaktan çekinmez.

Elbette bu düzeyde bir ideal, gündelik hayatın gerçekleri içinde çok nadiren sınanır. Ancak bu düşünce deneyini yapmak bile öğreticidir. Kendi hayatımızı, sevdiklerimizi, rahatlığımızı riske atmadan yaptığımız iyilikler, bir yere kadar, hâlâ bizim kontrolümüzde olan, bizim belirlediğimiz iyiliklerdir. Oysa gerçek bir fedakârlık anında, iyilik kontrolümüzden çıkar, mutlak bir değer olarak parıldar. Bu, adeta dünyevi olmaktan çıkıp aşkın bir iyilik kavramıdır. Tarihte azizler, ermişler bu tür erdem timsalleri olarak anlatılır. Keza savaş tarihinde kahramanlar kendilerini bütünüyle iyiliğe adamış kişiler olarak resmedilir. Bu figürler, iyiliğin ontolojik doruk noktalarını temsil eder. Onların varlığı (mit olsun veya gerçek), insana iyiliğin potansiyelini hatırlatır.

Neticede, iyiliğin ontolojik statüsünü değerlendirirken, fedakârlık kavramı mihenk taşı işlevi görür. Bir eylem ne kadar fedakârlık içeriyorsa, o kadar saf bir iyilik olarak kabul görür. Ne kadar kendi çıkarımıza hizmet ediyorsa, o kadar “lekeli” bir iyiliktir. Bu, elbette kademeli bir spektrumdur; hayatta yaptığımız pek çok iyilik bu iki uç arasında bir yerdedir. Fakat böylesi bir spektrumda düşünmek, kendi yaptığımız iyiliklere de eleştirel bir gözle bakmamıza yardımcı olur. “Bu iyiliği gerçekten karşılık beklemeden mi yapıyorum, yoksa bilinçaltımda bir teşekkür, bir takdir arzusuyla mı hareket ediyorum?” sorusunu kendimize sorabiliriz. Eğer cevabımız ikinciye yakınsa, belki de iyiliğimizin saflığını gölgeleyen unsurlar vardır.


Sonuç

İyilik ve kötülüğün ontolojik figürleri üzerine bu felsefi değerlendirmeler, bizi insan doğasının iki zıt ama kökensel açıdan bağlantılı yönüne dair derin bir anlayışa götürüyor. İnsan, aynı kaynaktan fışkıran iyilik ve kötülük potansiyelleriyle donanmış bir varlık. Bir yanda bencil, karanlık, yıkıcı eğilimler; diğer yanda paylaşımcı, merhametli, yapıcı eğilimler… Bunlar birbirine karşıt gibi görünse de insanoğlunun özünde iç içe geçmiş durumdalar. İyilik ve kötülük, insanın iktidar arzusunun farklı tezahürleri olarak düşünüldüğünde, ahlaki değerlerin de ne denli incelikli bir denge üzerine kurulu olduğu ortaya çıkıyor.

Kötülük, çekici ama ölümcül bir güç vadediyor. Kötülüğün netliği, insana sağladığı sahte kudret hissi, onun cazibesinin kaynağı. Ancak kötülük nihayetinde yıkıcıdır; hem kurbanını hem failini içten içe çürütür. İyilik ise belirsizliği, kırılgan gururu ve koşula bağlı yapısıyla insandan daha fazla bilinç, daha fazla özveri talep ediyor. İyilik yapmak kolay değil; hele karşılık beklemeden, safça iyilik yapmak hiç kolay değil. Ama insan topluluklarını bir arada tutan, medeniyeti mümkün kılan şey de bu zor olan iyiliğin varlığı. Kötülüğün “kolay çekiciliğine” karşın, iyiliğin “zorunlu erdemi” toplumu ayakta tutuyor.

Ontolojik açıdan baktığımızda, iyilik ve kötülük bir anlamda birbirini var ediyor. Kötülük olmasa iyilik anlamsızlaşır, iyilik olmasa kötülük sıradanlaşırdı. Bu ikili, insan dramının temel eksenini oluşturuyor. Schopenhauer karamsarlığıyla insana bakınca dehşete düşmek işten bile değil; Nietzsche iyiliğin ardındaki kibri gösterip bizi sarsıyor; Kant ise idealist zirvede ahlak uğruna hayatın feda edilebileceğini hatırlatıyor. Bütün bu perspektifler, farklı açılardan da olsa aynı resmin parçaları: İnsan hem melek hem canavar olabilen tek varlık.

Bu gerçeği kabul etmek, iyilik ve kötülük üzerine düşünürken tevazumuzu korumamızı sağlar. Kendi iyiliklerimizi yüceltirken bir kez daha düşünürüz: Bunda hiç mi çıkarımız yok? Kendi kötücül yanlarımızı inkâr ederken duraksarız: Belki de koşullar farklı olsa ben de kötülük yapabilirdim. Böylelikle, iyilik yaparken daha samimi, kötülükle mücadele ederken daha uyanık olabiliriz.

Sonuç olarak, iyilik ve kötülük, insan olma hallerimizin ontolojik figürleridir; yani varoluşumuzun olmazsa olmaz veçheleridir. Onları tamamen ortadan kaldırmak ya da yalnız birini saf haliyle yaşamak mümkün görünmüyor. Ancak birey ve toplum olarak yapabileceğimiz, iyiliğin yönünü seçmek, kötülüğün çekimine direnmek ve kendi doğamızın bu karmaşık ikiliğini bilinçle yönetmeye çalışmaktır. İyiliğin gerçekten “iyi” olabilmesi için iç hesaplardan arınmasına gayret etmeli, kötülüğün içimizde filizlenmesine karşı da ahlaki gücümüzü ve empati duygumuzu beslemeliyiz. İyilik ve kötülük arasındaki bitimsiz gerilim, insan olmanın dramı kadar büyüsüdür de. Bu dramda, seçimlerimizi yaparken kendimizi kandırmadan, nefsimizi yoklamayı bilirsek, belki karanlık tarafın cazibesini kırıp ışıklı tarafa biraz daha yaklaşabiliriz. İşte o zaman, iyilik ve kötülüğün bu ontolojik dansında, insani özümüz adına daha umutlu bir nota tutturmuş olacağız.


Volkan Çelik

 Öne Çıkanlar

 

Benzer Sayfalar



Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi