Hür Katip | Bilim Kültür Sanat Edebiyat

YAZARIN TÜM YAZILARI >


Birbirine Kenetli Tutsaklar:

KAVRAM VE MEKANIN ÇOK KATMANLI KEŞFİ


"Bir hapishane, duvarlarından mı inşa edilir, yoksa kelimelerden mi?"


Bu denemeyi yazmamda ilham kaynağım olan “The Shawshank Redemption filmi” bana bir kavramsal tersinmeyi işaret etti: Hukuk diyagramında eylem ve sonuç dışarıdan içeriye doğru ilerlerken, filmde tam tersi bir yön —içeriden dışarıya— izlenir. Bu tersinme, şu soruları zihnimde büyüttü: Özgürlük gerçekten nerede başlar? Hapishane duvarları nerede biter? İşte bu sorular, elimdeki denemenin itici gücü oldu. Ayrıca, son bir kaç yıldır benimsediğim tüm çalışma yöntemlerini bu metin içinde sınama ve uygulama fırsatı buldum. Dolayısıyla, okuyacağınız satırlarda yalnızca bir çözümleme değil, aynı zamanda kendi yöntemlerimin bir repertuvarını da göreceksiniz.


Arkeolojik Kazı: Mahkûmiyet Kavramının İlk Katmanları

Bir hapishane, duvarlarından mı inşa edilir, yoksa kelimelerden mi? Daha ilk anda bu soru zihnimizi sarsar. Her mahkûmiyet somut bir mekâna ihtiyaç duyar: taş duvarlar, demir parmaklıklar, kapılar ve kilitler… Fakat aynı zamanda, her mahkûmiyet soyut bir kavrama da dayanır: suç, ceza, adalet, otorite gibi dilsel ve zihinsel olgular olmadan hapishane sadece dört duvarlı bir yapıdan ibaret kalırdı. Zihin ve dil, mahkûmiyeti inşa etmek için birlikte çalışır; bir insanı özgürlüğünden alıkoyan yalnızca maddi bir hücre değil, o hücrenin anlamını kuran kavramlardır.

Merleau-Ponty’nin işaret ettiği üzere, “Bedenimiz öncelikle mekânın içinde değildir; bedenimiz mekâna aittir.” İnsan bilinci ve bedeni, mekânın pasif bir konuğu değil, bizzat parçasıdır. Düşüncelerimiz boşlukta süzülmez; tam tersine dünya ile etkileşim içinde, mekânın dokusunda kök salar. Kavramlarımız da bu dokunun üzerinde filizlenir, mekânda karşılığını bularak anlam kazanır.

Tam da burada, kazımızın daha başında, bir arkeolog titizliğiyle ilk katmanı açığa çıkarmak gerekiyor. Mahkûmiyet kavramının en yüzeydeki tabakası, günlük dilde ve düşüncede kendini ele verir. Mahkûm olmak, mahkûm etmek gibi ifadeler, dilimizde sıkça yer bulur. Bu ifadeler, yalnızca fiziksel tutsaklığı değil, bazen de zihinsel bir çaresizliği, kaçınılmazlığı ima eder. Sözgelimi “kaderine mahkûm” deriz; sanki ortada bir zindan yokken bile insan kendini görünmez bir yazgının tutsağı hissedebilir. Dil, kavram ile mekân arasında köprüler kurmaya başlamıştır bile: bir yargı sözcüğü, bir insanın dünyasını dört duvar haline getirebilir.



İşte zihnin ve dilin birlikteliği tam da bu noktada devreye giriyor. Bir suçlu hakkında “suçlu” hükmü verildiğinde, bu dil eylemi (yani bir kavramın dillendirilmesi) zihinlerde mahkûmiyet olgusunu kesinleştirir ve ardından bu zihinsel olgu, dünyada bir mekâna dönüşür: mahkûmun hapishane hücresine. Hakimin dilinden dökülen tek bir kelime – “suçlu” – bir insanın bedenini demir parmaklıklar ardına gönderir. Böylece dil ve zihin, kavram ve mekân olarak tezahür eden ikiz bir gerçeklik yaratır. Kavram ile mekân, dil ile zihnin kesişiminde birbirine kenetlenir.

Not: bir mahkeme salonunda olduğumuzu varsayalım; bir yanda cüppeli bir yargıç, dilin en keskin hükmünü – belki “müebbet hapis” – ilan ediyor. Öte yanda bir insanın dünyası kararıyor, parmaklıkların soğukluğunu daha hissetmeden, zihninde özgürlüğün kapısı kapanıyor. Bu sahne, kavramın (suç hükmünün) mekânı (hapishaneyi) nasıl çağırdığını gösteren ilk katman olarak kazımızda beliriyor.

Şimdi, kazmaya devam etme zamanı. İlk katmanda, mahkûmiyetin yüzeydeki anlamını ve onun dilsel izlerini gördük. Ama tıpkı bir arkeolog gibi, altındaki daha eski ya da derin tabakalara inmeliyiz. Her kavramın altında tarihsel ve düşünsel tortular, stratlar yatar. Arkeolojik bakış açımızı derinleştirip antik dönemlere indiğimizde bile kavram ile mekânın birlikteliğine dair çarpıcı örnekler görürüz. Platon’un ünlü mağara alegorisinde, insanlar bir mağaranın içinde zincirlenmiş olarak yaşamaya mahkûmdur; mağaranın duvarları, onların gerçeklik kavramının sınırlarını çizer. Özgürleşmek ise hem bu fiziksel mağaradan çıkmayı, hem de zihindeki yanılsamalardan kurtulmayı gerektirir. Yani antik dönemden modern çağa, kavram ve mekân ikilisi, insanın hakikat arayışında kilit bir motif olmuştur. Foucault’un anlatmaya çalıştığını, arkeolojik yöntemle ifade edecek olursak, modern hapishane anlayışı da böyle bir tarihsel katmanlaşmanın ürünüydü; kamusal işkencelerin ve idamların çağı geride kalırken, “hapsetme” fikri yeni bir iktidar tekniği olarak ortaya çıktı. Açık meydanlardan yeraltı zindanlarına, oradan da panoptik gözetleme kulelerine uzanan süreçte mahkûmiyetin mekânı durmadan yeniden tanımlandı. Özellikle Jeremy Bentham’ın tasarladığı Panoptikon modeli, bir düşüncenin (sürekli gözetim) doğrudan mekânsal düzene (merkezi bir gözetleme kulesi ve etrafında dairesel hücreler) dönüştüğü çarpıcı bir örnektir. Bu mimari fikir, Foucault’nun analizlerinde modern disiplin toplumunun simgesi haline gelir. Bu tarihsel arkeoloji bize şunu söylüyor: kavram değiştikçe mekân da değişir, mekân dönüştükçe kavram yeni anlamlar kazanır.


Sondaj: Derin Bağlar ve Kavramlar Arası Tüneller

Kavramlar ve mekânlar arasındaki ilişkiyi incelemeye devam ederken, şimdi bir sondaj çalışması yapar gibi derine doğru bağlantılar açıyorum. Mahkûmiyet kavramının dibine doğru inen bu sondaj, yan kanallara da saparak diğer kavramlarla gizli geçitler keşfetmeli. İlk göze çarpan bağlantı, özgürlük kavramıyla: mahkûmiyet ve özgürlük, sanki bir madalyonun iki yüzü gibi, birbirini tanımlayan zıt ikizlerdir. Bir mahkûmun ne olduğunu, özgür bir insanla karşıtlık içinde anlarız; tıpkı özgürlüğün anlamının, özgürlüğün yokluğu olan tutsaklıkla belirlendiği gibi. Fransız düşünür Jean-Paul Sartre bu paradoksu veciz bir ifadeyle dile getirmişti: “İnsan özgürlüğe mahkûmdur.” Bu söz, özgürlüğün bile aslında bir yükümlülük, bir zorunluluk olarak yaşandığına işaret ederken, özgürlük ve mahkûmiyet arasındaki bağın kopmazlığına da işaret eder.

Sondajımız derinleştikçe, sınır kavramıyla karşılaşıyoruz. Mahkûmiyet, bir sınırın içinde kalmaktır; dört duvar, yüksek dikenli teller ya da bir adanın etrafındaki okyanus… Mutlaka bir çizgi çekilir özgür ile mahkûm olanın arasına. Nitekim, tarihte mahkûmiyetin alternatifi olarak sürgün cezası sıkça görülür: Suçlu sayılan kişi duvarların içine kapatılmak yerine toplumun dışına, sınırların ötesine atılır. Bu da benzer bir ayrımdır aslında; istenmeyen birey ortak yaşam alanından mahrum bırakılarak cezalandırılır. Yani ya içeride kapatma ya dışarıda bırakma yoluyla, sınır kavramı her halükârda cezanın çekirdeğinde yer alır. Ancak sınırlar sadece haritalarda ya da hapishane planlarında değil, zihinlerimizde ve dillerimizde de çizilir. Her tanım bir sınır çizer: iyi ile kötü, yasal ile yasadışı, biz ile onlar. Bir mahkûmu “içeri”ye kapatmak, toplumu dışarıda tutma arzusudur bir bakıma – ve bu içeri-dışarı ayrımı, mekânsal olduğu kadar kavramsal bir çizgidir. Otoritenin kalemiyle çizilen bu soyut çizgi, somut duvarlara dönüşür.

Bu noktada bir başka derin bağ, aidiyet kavramıyla ortaya çıkar. İronik biçimde, mahkûmiyet belli bir yere ait olma durumudur: mahkûm, cezaevi denen kuruma “aittir”, numaralandırılmış bir hücre onun adresi olmuştur. Bu zoraki aidiyet, özgürlüğün yokluğuyla tanımlanır ama yine de bir düzen ve yer duygusu barındırır. Diğer yandan biz özgür bireyler de kendimizi ait hissettiğimiz mekânlar olmadan tanımlayamayız – evimiz, kentimiz, vatanımız. Bir hapishanenin içinde olmak ne denli keskin bir aidiyetse, ait olduğumuz toplumun normlarına uymak da bir tür gönüllü mahkûmiyet değil midir? Nitekim bir manastıra kapanan keşiş, ya da katı askeri disipline gönüllüce boyun eğen bir er, ait olduğu inanç veya ulvi amaç uğruna özgürlüğünün önemli bir kısmını kendi iradesiyle terk etmiş sayılmaz mı? Örneğin, çoğumuz düzen ve güvenlik uğruna kendi hareket özgürlüğümüzü yasalarla sınırlamayı kabul ederiz. Demek ki aidiyet ile mahkûmiyet arasında, yüzeyde göründüğünden daha derin bir akrabalık vardır: ikisi de bir yere ait olma durumudur, farkı biri gönüllü, diğeri zorunlu.

Son olarak, bu kavramsal tüneller bizi otorite kavramına ulaştırıyor. Mahkûmiyetin gerçekleşebilmesi için bir otoriteye ihtiyaç duyulur: yasaları koyan, yargılayan, hükmü veren ve infaz eden bir güç. Otorite, kavram ile mekân arasındaki bağı kuran bir mühendis gibidir – kanun kitaplarında tanımlanan suç kavramını alır, mahkeme salonlarında dil aracılığıyla hükme dönüştürür ve hapishane inşaatlarıyla gerçeğe dönüştürür. Tarih bize gösteriyor ki otoritenin çözüldüğü anlarda – bir devrim veya isyan sırasında – kavramlar ve mekânlar da altüst olur: Hapishanelerin kapıları kırılır, “suçlu” ilan edilenler bir anda özgür insana dönüşür. Bu da otoritenin inşa ettiği kavram-mekân bağının hem kurgu olduğunu hem de ne denli güçlü yaşandığını gösterir. Otoritenin kendisi de mekânlardan ve kavramlardan ayrı düşünülemez. Bir hakim kürsüsü, bir hükümet binası, bir bayrak sembolü… Bunlar otoritenin mekânsal yüzleridir. Otorite soyut bir ilke olarak kalmaz, kendini mekânda cisimleştirir ve böylece mahkûmiyet olgusunu mümkün kılar.

Yaptığımız bu sondaj çalışması gösteriyor ki, mahkûmiyet kavramı merkezde yer alırken etrafında özgürlük, sınır, aidiyet ve otorite gibi destekleyici halkalar bulunur. Her bir kavram, mahkûmiyetin anlam yapısını hem belirler hem de ondan belirlenir. Bu kavramlar arasında adeta yeraltı tünelleri vardır: birinden diğerine gizli geçişler, birbirini yansıtan aynalar. Kavramların bu kolektif ağı, zihin dünyamızda olduğu kadar, bedenlerimizin hareket ettiği fiziksel dünyada da geçerlidir. Toplumsal hayatımız, bir hapishane metaforu etrafında örülmüş gibidir: Okullar, fabrikalar, hastaneler – hepsi disiplin ve kontrol kavramlarının mekâna bürünmüş halleri değil midir? Nitekim Michel Foucault yıllar önce “Hapishaneler, okullara, fabrikalara, kışlalara, hastanelere benzer ve aslında hepsi birbirine benzer,” diyerek bu gerçeği gözler önüne sermişti. Görünen o ki, kavram ile mekân öylesine sıkı sıkıya bağlıdır ki biri değiştiğinde öteki de titreşir; birinde yapılan ufak bir oynamanın, diğerinde dalgalanmalar yarattığı bir derin bağ sistemi içindeyiz.


Laboratuvar: Kavramsal Bir Deney ve Tahlil

Şimdi zihnimizde bir laboratuvar kuralım. Soyut düşünceleri somut simülasyonlara tabi tutacağımız bir zihin laboratuvarı bu. Tezgâhımızın üzerine “mahkûmiyet” kavramını koyup, onu bileşenlerine ayırarak inceleyelim. Bir laboratuvar teknisyeni titizliğiyle soralım: Mahkûmiyeti oluşturan elementler nelerdir? İlk bakışta ayırt edebildiklerimiz şunlar: mekân (hapishane hücresi), zaman (cezanın süresi), beden (hapsedilen kişi), anlam (işlenen suçun ve cezanın toplumsal değeri) ve güç (otoritenin zorlayıcı yaptırımı). Şimdi bu elementleri tek tek deney tüplerine koyalım ve reaksiyonlarını görelim.

Önce mekân elementini izole edelim: Bir insanı kapatacağımız fiziksel odayı düşünelim. Eğer bu odada hiçbir anlam yoksa – yani ne bir suç ne bir ceza kavramıyla bağlantılı değilse – o kişi sadece dar bir yerde kalmış olur, ama mahkûm olmaz. Basitçe fiziksel bir kısıtlama yaşar; belki bir kazada enkaz altında kalmaya benzer bir durum, ama toplumsal anlamda mahkûmiyet değildir bu. Demek ki mekân tek başına mahkûmiyeti yaratmaya yetmez.

Şimdi anlam elementini tek başına düşünelim: Diyelim ki birine topluluk tarafından “sen suçlusun” denildi, ama ortada onu fiziksel olarak kısıtlayacak bir yer yok. Bu durumda kişi sosyal olarak damgalanmış olur, suçlu etiketi taşır, belki vicdan azabı veya utanç yüküyle yaşar, ancak bedeni serbest dolaşır. Bu da eksik bir mahkûmiyettir; kavram var ama mekân yok. Yine, istenilen “mahkûmiyet” tamamlanmamıştır.

Bunu laboratuvar gözlem defterimize not edelim: Mahkûmiyet, anlam ile mekânın reaksiyonundan doğar. Zihin tüplerindeki “suç” kavramı ile beton duvarlar bir araya geldiğinde o bildiğimiz olgu gerçekleşir. Diğer elementler – zaman, beden, güç – bu kimyasal reaksiyonun katalizörleri gibidir. Zaman, cezayı belirli bir süreye yayarak mahkûmiyet deneyimini bir süreç haline getirir. Beden, bu deneyin merkezinde acı çeken ya da uyum sağlayan özne olarak bulunur. Güç ise tüm süreci mümkün kılan basınçtır; otoritenin zoruyla reaksiyon başlatılır ve sürdürülür.

Laboratuvardaki deneyimiz, mahkûmiyet olgusunun sadece maddi ya da sadece manevi olmadığını, ancak bu ikisinin birleşimiyle ortaya çıktığını gösterdi. Bu bulgu, bizi daha genel bir sonuca doğru götürüyor: Her kavram, kendi mekânını yaratır ve her mekân, ardındaki kavramdan beslenir. Tıpkı laboratuvarımızda suç fikri ile hücrenin birleşerek “cezaevi” denen olguyu oluşturması gibi, başka kavramlar da kendi mekânlarını yaratır: “kutsal” kavramı tapınak mimarisini doğurur, “eğitim” kavramı okul binalarında vücut bulur, “delilik” kavramı akıl hastanelerinin parmaklıklı pencerelerini gerektirir.

Not: bu noktada deney gözlüğümü çıkarıp bir an duruyorum. Deney kabının içinde, kavramlar ve mekânlar birbirine karışırken ortaya çıkan görüntü beni hem heyecanlandırıyor hem de ürpertiyor. Adeta bilinçdışımın bir köşesinde şöyle bir soru beliriyor: Bu deney sadece kavramları mı inceliyor, yoksa beni de mi? Zihnimin içinde kurduğum bu düzenek, aslında kendi yaşamımda hapsolduğum düşünce kalıplarını, kendi inşa ettiğim duvarları da gösteriyor olabilir mi? Belki de hepimiz, farkında olmadan kendi kavramlarımızın laboratuvarında kobaylarız ve duvarları camdan olan bir kafeste yaşıyoruz. Bu düşünceyi aklımın bir kenarına not ederek, tekrar deneyimin başına dönüyorum.

Artık kavramsal tahlilimizi tamamladığımıza göre, sıra daha radikal bir adıma geldi. Elimizdeki olguyu tüm bileşenleriyle anladık; şimdi onu tamamen parçalara ayırarak, yapısökümcü bir gözle yeniden inceleyeceğiz.


Otopsi: Mahkûmiyet ve Özgürlüğün Yapıbozumu

Bir adli tıpçı nasıl bir bedenin ölüm nedenini anlamak için onu dikkatlice kesip organlarını inceliyorsa, biz de mahkûmiyet kavramının derin yapısını çözmek için onu en ince ayrıntısına dek parçalayacağız. Bu noktada yöntemimiz, Jacques Derrida’nın ünlü yapıbozum (deconstruction) yaklaşımına benziyor: kavramları, özellikle de birbirine karşıt görünen kavram çiftlerini, söküp dağıtarak altlarında yatan örtük anlamları, baskıları ya da bağımlılıkları açığa çıkarmak. Masamıza iki güçlü kavramı, mahkûmiyet ile özgürlüğü, yan yana koyup ne kadar gerçekten zıtlar inceleyelim.

İlk bakışta mahkûmiyet, özgürlüğün yokluğu gibi görünür; özgürlük de mahkûmiyetin olmadığı hâlidir. Bu ikisi sanki siyah ve beyaz kadar karşıttır. Ancak yakından bakmaya başladığımızda, keskin sınırlar bulanıklaşır. Özgürlüğün anlamı, mahkûmiyet fikri olmadan var olabilir mi? Bir şeyden özgür olmak ya da bir şeye özgürce sahip olmak, her zaman bir kısıtlılık ihtimaline gönderme yapmaz mı? Derrida bir metninde özgürlük kavramının bu gölge ilişkisinden bahsederken şöyle yazar: “Özgürlük, onu alıkoyan şeyle, gömülmüş bir kökenden aldığı şeyle, merkezini ve yerini konumlandıran yerçekimiyle anlaşılır ve onlarla değiş tokuştadır.” Bu cümle, özgürlüğün ancak onu kısıtlayan, ona direnç gösteren bir arka plana karşı tanımlanabildiğini anlatır. Özgürlük boşlukta süzülen soyut bir mutlak değil, bilakis bir çeşit denge ve gerilim durumudur – tıpkı yerçekimine rağmen yukarı sıçramak gibi, kişi ancak çekildiğini hissederek serbest kalmayı deneyimler.

Bu perspektiften bakınca mahkûmiyet de özgürlüğün zıt ve tamamlayıcı parçası olarak yeni bir ışık altında görünmeye başlar. Bir mahkûm, parmaklıkların ardında özgürlüğü en yok edilmiş hâliyle yaşarken, belki de özgürlüğün özünü en derinden kavrayan kişidir. Özgür biri, günlük hayatının koşuşturmasında özgürlüğünü fark etmeyebilir; oysa bir hücreye kapatılan kişi, hareket edememenin, dışarı çıkamamanın ne demek olduğunu iliklerinde hisseder ve özgürlüğün değerini en çıplak hâliyle idrak eder. Bu anlamda, paradoksal bir şekilde, mahkûmiyet deneyimi özgürlüğün hakikatini görünür kılar. Biri olmadan diğeri hakkında derin bir bilinç geliştirmek zorlaşır.

Yapıbozum ne gösteriyor? Mahkûmiyet ve özgürlük, ayrı kutuplar değil, birbirine dönüşen akışkan durumlardır. Özgürlüğün içinde görünmez duvarlar olabilir; toplumsal normlar, ekonomik zorunluluklar veya psikolojik engeller bir “özgür” bireyin hareket alanını kısıtlar. Diğer yandan, mahkûmiyetin içinde de özgürlüğün kıvılcımları çakabilir; tutsak bedenler, zihinlerini veya ruhlarını özgür bırakmanın yollarını bulabilir. Örneğin, hücresinde bedenini tutsak eden koşullara rağmen zihninde engin düşler kuran bir mahkûm, hayal gücünde özgürdür. Ya da tam tersine, dört bir yanı açık olsa bile kendi korkularının ve bağımlılıklarının tutsağı olan bir kişi, görünmez zincirlerle kendini bağlamıştır.

Burada Fransız filozof Michel Foucault’nun çarpıcı bir tespitini anmamak olmaz: “Ruh, bedenin hapishanesidir.” Bu ifade, Platon’un ünlü “beden ruhun hapishanesidir” deyişini tersine çevirir. Foucault, modern toplumda bedeni disipline eden, onu itaate zorlayan şeyin bizzat insanın “ruhu” – yani bilinci, öz farkındalığı ve toplumdan içselleştirdiği normlar – olduğunu söyler. İnsan kendi içinde taşıdığı bu görünmez gardiyan sayesinde, duvarlar olmadan da zapt edilebilir. Modern iktidar büyük bir gözaltıdır der Foucault; duvarları olmasa da hepimizi gözlem altında tutan ve itaat ettiren bir düzen vardır. Bu durumda, özgür sandığımız birey bile aslında kendi zihnindeki disiplin mekanizmalarının, arzularının ve korkularının mahkûmudur. Yapıbozumun bize fısıldadığı gerçek şudur: Asıl hapishane, zihinlerimizin içindedir.

Not: Özgürlük ile tutsaklık arasındaki bu beklenmedik giriftlik karşısında insan ister istemez kendi yaşamını sorgulamaya başlıyor. Ben kendi varoluşumda ne kadar özgürüm, yoksa görünmez prangaların tutsağı mıyım? Bu satırları okuyan siz de belki aynı soruyu düşünüyorsunuz. Kavramların otopsisinden yükselen hakikat, soğuk bir ameliyathane lambasının altında hepimizi aydınlatırken içimizde irkiltici bir farkındalık uyandırıyor.


Dedektif İşi Sezgi: Gizli İzlerin Peşinde

Tüm bu çözümlemeler ve deneylerden sonra, şimdi sahneye bir dedektif edasıyla çıkıyoruz. Elimizde büyüteç, zihin sahnemizde olup bitenleri birleştirip büyük resmi görmeye çalışalım. Artık biliyoruz ki kavram ve mekân, dil ve zihin aracılığıyla birbirine örülen bir gerçeklik ağı kuruyor. Bu ağın içinde yolunu bulmak, ipuçlarını takip etmek incelikli bir sezgi gerektiriyor.

İlk ipucumuz, gündelik hayatın dilinde saklı. Konuşmalarımıza sızmış mekân-metaforlarına bakalım: “kafese girmek”, “kendi kabuğuna hapsolmak”, “ufkunu genişletmek”, “sınırlarını aşmak”… Farkında olmadan, soyut hallerimizi somut mekân imgeleriyle ifade ediyoruz. Üzüntülü biri “karanlık bir yerde” olduğunu söyler, yeni bir fikre açılan kişi “aydınlandım” der, sıkılan kişi “duvarlara bakıyorum” diye tarif eder hâlini. Dedektif sezgisiyle buradan şunu çıkarıyoruz: Zihin, kendi durumlarını anlatmak için mekânı kullanır. Kavramlar, mekân metaforlarıyla canlanır. Bu rastlantı değildir; dil, zihnin aynası olarak, kavramla mekânın gizli işbirliğini ele verir.

İkinci ipucu, mimarinin sessiz dilinde gizli. Etrafımızdaki yapılı çevreye bakalım: kent meydanları, anıtlar, evler, açık ofisler, gökdelenler… Hepsi belirli kavramların bedenleşmiş şekilleri gibidir. Örneğin, bir kent meydanı “kamusallık” ve “toplanma” kavramını cisimleştirirken, yüksek duvarlı bir site “güvenlik” ve belki “ayrışma” kavramının mekânsal ifadesidir. Bir dikilitaş, gücün ve tarihin sembolik cisimlenişiyken, mütevazı bir köy meydanı eşitlik ve topluluk duygusunun mekânıdır. Dedektif olarak şehirde dolaşırken görüyoruz ki, insan yapımı tüm mekânlar, ardındaki fikirlerin izlerini taşır. Her bina bir manifesto, her sokak planı bir ideolojidir aslında.

Üçüncü ipucu, belki de en şahsi olanı: kendi deneyimlerimiz. Kendi hayatımıza dönüp baktığımızda, hangi kavramların mekânlarımızı şekillendirdiğini bulabiliriz. Çocukluk evimizin duvarlarına sinmiş aidiyet duygusu, yıllarca okuduğumuz okulun koridorlarında yankılanan disiplin ve öğrenme fikirleri, içinde çalıştığımız ofisin düzenine yansıyan kontrol veya verimlilik takıntısı… Tüm bunlar, yaşamımızın öyküsünde kavramların mekânlar eliyle bize bıraktığı parmak izleridir. Belki de bu yüzden bazı mekânlarda kendimizi huzursuz veya sıkışmış hissederken, bazılarında özgür ve yaratıcı hissederiz: Arkasındaki kavramların bizim zihnimizde yarattığı rezonans farklıdır.

Tüm bu izleri birleştirdiğimizde, dedektifin çözmesi gereken vaka artık aydınlanmaya başlıyor. Kavram ile mekân arasındaki ilişki, bir suç ortaklığı ya da gizli bir anlaşma gibi işliyor. Dil ve zihin, bu anlaşmanın arabulucuları. İnsan, kendini anlamlandırmak için kavramlar icat ediyor; sonra bu kavramları dünyaya çivileyip sabitliyor, onlara taş ve tuğladan bedenler veriyor. Sonra, dönüp kendi yarattığı bu somut dünyanın içinde, sanki ondan bağımsızmış gibi yaşamaya çalışıyor. Ancak duvarlar yükseldiğinde onların dilimizden dökülen kelimelerden yapıldığını unutuyoruz. Gerçeğin sırrı şurada: duvarları inşa eden de biziz, onların ardında kalıp hapsolan da. Hem gardiyan hem mahkûmuz, hem mimar hem sakini.

Dedektif bakış açısıyla son bir tahlil yapalım: Eğer kavram ve mekân bu kadar kenetliyse, onları çözmenin yolu nedir? Belki de ipucu, kapının kilidinde gizlidir. Bir kilit, doğru anahtarla açılır; kavramların katılaştırdığı mekânlardan kurtulmak için, dilin anahtarlarını yeniden dökmemiz gerek. Zihnimizdeki sözlüğü genişletmek, yeni kavramlar yaratarak yeni mekân imkânları açmak demektir. Örneğin özgürlüğü sadece duvarsız olmak diye anlarsak, zihin hapishanemiz sürmeye devam eder. Ama özgürlüğü yeni bir şekilde tanımlarsak – diyelim ki özgürlük, kendi sınırlarını fark edip onları aşabilme cesaretidir – o zaman bu kavram zihnimizde yeni bir kapı açar, belki de hiç görmediğimiz bir çıkışa götürür. Dedektif sezgimiz bize şunu söylüyor: Dilin labirentinde kaybolmuşsak, çözüm yine dilin içinde bir ipucu bulmaktır.


Sonuç: Zihindeki Duvarlar

Bu düşünsel yolculuğun sonunda kazılar yaptık, tüneller açtık, deneyler gerçekleştirdik, otopsi masasında kavramları parçaladık ve dedektif sabrıyla iz sürdük. İncelediğimiz olgu, aslında zihin, anlam, kavram, dil ve eylemin iç içe geçtiği çok katmanlı bir yapıydı; bu yapıyı adım adım görünür kılmaya çalıştım. Vardığımız nokta, belki de ilk baştaki sorunun cevabıdır. Hapishaneler hem duvarlardan hem de kelimelerden inşa edilir – ama asıl sarsıcı gerçek, hapishanelerin yalnızca cezaevleriyle sınırlı olmamasıdır. Hepimiz, kendi zihinlerimizde, görünmez duvarlarla örülü mahzenler taşıyoruz. Kavram ve mekân öylesine birbirine kenetlidir ki, zihnimizdeki her inanç, her anlam kalıbı dış dünyada bir engele, bir imkâna dönüşebilir.

Bu metnin başında, kavram ve mekân birlikteliğinin dil ve zihin birlikteliğinden doğan bir ikili olduğu tezini ortaya attık. Şimdi görüyoruz ki bu birliktelik, bizim dünyada var olma biçimimizin ta kendisidir. İnsan, düşünerek mekânını değiştirir; içinde bulunduğu mekân da insanı yeniden düşündürür. Bir mahkûmun hücresinde yankılanan özgürlük düşüncesi de, özgür bir insanın konforlu evinde hissedebileceği kısıtlanmışlık duygusu da aynı temel gerçeğe işaret eder: Zihin ve dil, anlam ve eylem, kavram ve mekân arasında çözülmez bir ilişki vardır.

Belki de en sonunda şunu fark ederiz: Duvarlar yıkılabilir, ama onları inşa eden zihin değişmedikçe özgürlük gelmez. Gerçek özgürlük, sadece fiziksel prangaların çözülmesi değil, zihindeki duvarların yıkılmasıdır. Okuyucu şimdi kendine şu soruyu sorarak bu denemeyi bitirebilir: Hangi kavramların hapishanesinde yaşıyorum ve bu duvarları aşmak için dilimi ve zihnimi nasıl özgürleştirebilirim? Bu soru havada asılı kalırken, ben anlatıcınız olarak kazı fırçasını, sondaj matkabını, neşteri ve büyüteci bir kenara koyuyorum. Yüzeye çıkan hakikat belki sarsıcı ama bir o kadar da umut verici: Kavramların hapsettiği mekânlardan çıkmak mümkündür, yeter ki anahtarın kendi düşüncemizde olduğunu görelim. Kendi kavramsal zindanını sorgulamaya cesaret eden için ise, her duvar aslında bir kapıdır.


Volkan ÇELİK

 Öne Çıkanlar

 

Benzer Sayfalar



Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi