Hür Katip | Bilim Kültür Sanat Edebiyat

YAZARIN TÜM YAZILARI >


ZİHİN HAPİSHANESİ


"İyilik ve kötülük, insan istencinin iktidar araçlarıdır. Yüzeyde çatışan karşıtlar gibi görünseler de, özünde aynı kökten beslenen ve arzunun farklı maskeleri altında kendini tekrar eden figürlerdir."


Zihin Hapishanedir: İnsan kendini karanlığa kitlerse şayet;İçeride duvarlar dökülür, anlamlara bir sis çöker.Hiçlik varlığı işgal eder, ölüm yaşamı alıkoyar.Bütün hevesler böylelikle cansız ve bitkin düşer, düşünceler korkak ve zavallıcadır ve en acısı şudur: mahkûm artık zincirlerini sevmeye başlar. Kendi fikrinin paslı parmaklıklarını özgürlük zanneder. Zihnin içinde kurduğu düzene, ona acı verse bile, bir sadakatle sarılır. Çünkü dışarısı bilinmezdir, bilinmezlik ise korkudur.O yüzden kişi, karanlığın içinde kıvrılır ve sessizce çürümeyi seçer. Çürümenin adına da bazen “gerçekçilik”, bazen “tecrübe”, bazen de “kader” der. Ama o hep aynı hücrede kalır. Zihinsel mahpusluk, içeriden kilitlenmiş bir kapının önünde durup anahtarı cebinde unutmaktır.

Yıllar önce yukarıdaki bu kısa yazıyı kaleme alırken, iki farklı filozofun aforizmalarından esinlenmiştim. İlki, Bertrand Russell’ın “Düşüncelerim uğruna ölmeyi göze almam çünkü yanılıyor olabilirim” sözüydü. Diğeri ise Nietzsche’nin şu aforizmasıydı: “Deri değiştirmeyen yılan ölmeye mahkûmdur; bu, fikirlerini değiştirmeyen zihinler için de geçerlidir.”

Bu sözler benim için bir dönüm noktasıydı. Çünkü zihnimde, kendi küçük hapishanemi taşıdığımı fark ettim; düşüncelerimi, ilke edindiğim bir kalıbın içine gizlemiş, “prensip” dediğimiz o katı duruşu da sanki onlara siper etmiştim.

Zira “zihin bir hapishanedir” metaforu da bu farkındalıkla türemiştir. Kimi insan, zihnini baştan aşağı bir hapishaneye çevirirken, kimisi sadece küçük bir odasını bu amaçla kullanır. Körü körüne inanışlardan ya da aynı şekilde katı reddiyelerden doğan bu zihinsel tutsaklığı, daha felsefi bir çerçevede ele almayı ve bu metaforun derinliğini irdelemeyi amaçlıyorum.


Giriş

Zihin hapishanedir; her fikir bir tutsaklık yaratma potansiyeline sahiptir. Bu çarpıcı iddia, ilk anda zihnin özgürleştirici gücüyle ilgili yaygın inancımıza ters düşer. İnsan zihni genellikle merakın, yaratıcılığın ve özgür iradenin kaynağı olarak yüceltilir. Ancak bu denemede tartışacağımız üzere, zihin aynı zamanda kendi duvarlarını ören, kendi parmaklıklarını inşa eden bir hapishane de olabilir. Düşüncelerimiz, anlam dünyamızı yapılandırırken farkında olmadan bizi sınırlar; her yeni fikir ufkumuzu genişletmek kadar, bizi belirli bir bakış açısına hapsetme riskini de taşır.

Zihinsel hapishanenin duvarları elle tutulmaz, gözle görülmez; bu yüzden çoğu zaman onları fark edemeyiz. Bir hücrenin içindeyken dışarıyı bilmeyen bir mahkûm gibi, biz de zihinlerimizin sınırları içinde doğar ve büyürüz. Örneğin dil, daha en baştan içine doğup benimsediğimiz zihinsel bir zindandır. Ünlü filozof Ludwig Wittgenstein, “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” diyerek düşüncenin dil tarafından kuşatıldığını vurgular. Gerçekten de pek çok düşünür, insanoğlunun dile mahkûm olduğunu ileri sürmüştür; öyle ki dil, kimsenin kaçamadığı yüksek güvenlikli bir hapishane gibi görülmüştür. Kelimeler, kavramlar ve anlamlar, dünyayı algılama ve ifade etme biçimimizi belirlerken aynı zamanda bizleri belirli düşünce kalıplarının içine hapseder.

Benzer şekilde, zihnimizdeki her inanç ve her anlam haritası, bir yandan hayatı anlamlandırmamızı sağlarken diğer yandan kendi mutlak gerçekliğimiz gibi benimsediğimiz birer duvara dönüşebilir. Bir süre sonra bu duvarların ardındaki loşluğu “normal” kabul etmeye başlarız. Özgürce düşündüğümüzü sanırken aslında belli paradigmaların, dil oyunlarının ve görünmez kısıtlamaların içinde dolanır dururuz. Zihin-hapishane metaforu tam da bu durumu ifşa etmeyi amaçlar: insanın kendi düşüncelerinin mahkûmu oluşunu.

Bu denemede, zihin-hapishane metaforunun felsefi derinliklerine inmeye çalışacağız. Bunu yaparken anlam, zihin ve dil felsefesi ekseninde hareket edecek; kendi zihnimizin inşa ettiği prangaları nasıl fark edip aşabileceğimize dair bir sorgulama yürüteceğiz. Tartışmamızı dört temel bölümde derinleştireceğiz: Önce karanlığa alışma sürecini, yani insanın zihinsel sınırlarına alışıp onları kanıksama durumunu ele alacağız. Ardından parmaklıkları kutsallaştırma başlığı altında bireylerin kendi düşünsel kısıtlarını nasıl kutsal, değişmez gerçekler haline getirdiğini irdeleyeceğiz. Daha sonra çıkma isteğiyle gelen korkuyu, yani zihin hapishanesinden kurtulma arzusunun beraberinde getirdiği ürperti ve endişeyi inceleyeceğiz. Son olarak, zihinsel duvarların sembolik yıkılışı bölümünde zihnimizin duvarlarını nasıl sarsıp özgürleşmenin imkânını yaratabileceğimizi tartışacağız.

Bu yolculuk boyunca zaman zaman ben-anlatıcının iç sesi de kendini hissettirecek; bir düşünce mahkûmu olarak kendi deneyimlerime dair sezgiler de dile gelecektir. Fakat çoğunlukla merkeze alacağımız şey düşüncenin kendisi olacak. Zihin-hapishane metaforu etrafında, anlamın, zihnin ve dilin nasıl iç içe geçerek hem hapishaneyi inşa ettiğini hem de olası bir firarın anahtarını barındırdığını keşfetmeye çalışacağız. Okuyucu, sayfalar ilerledikçe zihinsel hapishanenin doğasına, onu inşa eden dile ve anlamlara, ve nihayetinde özgürleşmenin imkânına dair çarpıcı sorularla baş başa kalmaya davet edilecek. Şimdi, gözlerimizi karanlığa alıştırdığımız o ilk ana, zihinsel kısıtlarımızla ilk yüzleştiğimiz o sürece doğru adım atalım.


Karanlığa Alışma Süreci

Elektrikler kesildiğinde zifiri karanlık bir evde tek başına kaldığımızı varsayalım. İlk anda gözlerimiz hiçbir şey seçemez, panikle el yordamıyla duvarları yoklarız. Fakat birkaç dakika geçince tuhaf bir şey olur: Gözlerimiz karanlığa uyum sağlar ve etraftaki eşyaların siluetlerini seçmeye başlarız. Artık o karanlık, ilk andaki kadar mutlak değildir; belirsiz şekiller arasında zayıf da olsa bir düzen sezilir ve bu da bize tuhaf bir rahatlama verecektir. Sonra o korkutucu boşluk, yerini kabullenilmiş bir loşluğa bırakır. 

Zihnin karanlığa alışması da buna benzer. Bilmediğimiz, anlamlandıramadığımız bir durumla ilk karşılaştığımızda şaşkına döneriz; fakat zamanla belirsizliği kendi kavrayışımızla doldurmaya başlarız. İnsan zihni, karşılaştığı eksik bilgi veya dar perspektif karşısında bir anlam örüntüsü yaratmaya yatkındır. Göz, loş ışıkta seçemediği ayrıntıları zihinle tamamlar; zihin de karanlıkta göremediği “büyük resim”i varsayımlarla doldurur. Böylece içinde bulunduğumuz sınırlı gerçekliği, sanki tam bir bütünmüş gibi yaşamaya devam edebiliriz.

Alışma sürecinin paradoksu da burada yatar: Sınırlı bir gerçekliğe ne kadar uzun süre maruz kalırsak, onun sınırlı olduğunu fark etmemiz de o kadar zorlaşır. Karanlığı “normal” hale getiren, en sonunda onu görünmez kılan bir duyarsızlaşma yaşarız.

Bu olgunun klasik bir örneğini Platon’un Mağara Alegorisi’nde görmek mümkündür. Mağaranın dibinde zincirlenmiş tutsaklar, doğduklarından beri önlerindeki duvara vuran gölgelerden başka bir şey görmemiştir. Var olan tek şeyin o gölgeler olduğunu sanırlar; zira gerçek nesnelerin asıl biçimlerini hiç görmemişlerdir. Mağaranın loş karanlığı onlar için hayatın olağan ortamıdır. Gölgeler dünyasını kendi aralarında isimlendirir, yorumlar, hatta bir düzen kurarlar.



İçlerinden biri aniden serbest kalsa ve mağaranın dışına çıksa, gözleri yıllardır alıştığı karanlıktan sonra güneşin aydınlığı karşısında hiçbir şey seçemeyecek, gerçek nesneleri ilk anda algılayamayacaktır. Platon, bu alegoriyle insanın bilgisizliğe ve dar görüşlülüğe nasıl alıştığını, kendi dar algı evrenini bütün gerçeklik sanmaya meylettiğini gösterir. Zihinsel karanlığı normallik olarak benimseyen insan, aydınlığa çıkma fikrine yabancılaşır.

Gündelik hayatımızda da benzer “mağaralar” inşa ederiz. Örneğin, katı dogmalarla çevrili bir düşünce sisteminin içine doğan bir birey, bir süre sonra bunun dışında bir alternatif olabileceğini aklına bile getirmeyebilir. Geleneklerin ve değişmez doğruların hakim olduğu bir çevrede büyüyen kişi, ilk başta bazı çelişkiler sezse bile, zamanla bulunduğu ortamın değerlerini sorgulamayı bırakır. Küçükken masallardaki canavarlardan korkan bir çocuk nasıl zamanla o masalların dünyasına aşinalık kazanıp korkmamaya başlarsa, benzer biçimde belirli bir inanç veya ideoloji içinde yetişen birey de gitgide başka ihtimalleri düşünmeden kendi kabulleri içinde yaşamayı öğrenir. Zihin konfor alanını bulmuştur: Sorgulamadığı, zorlamadığı sürece mevcut düzenin görece tutarlılığı içinde kendini güvende hisseder.

Bu uyum sağlama güdüsünün altında elbette hayatta kalma mekanizmaları yatar. Bilinmezle sürekli yüzleşmek zihni yorar; belirsizlik insan ruhunda kaygı uyandırır. Bu yüzden zihin, belirsizlikleri azaltmak için algı alanındaki boşlukları doldurur, kalıplar ve kategoriler oluşturur. Karanlıkta gördüğümüz o belirsiz gölgeyi tehlikesiz bir nesne olarak varsaymak, zihnin rahatlamasını sağlar. Benzer şekilde, dünya görüşümüzdeki boşlukları mevcut inançlarımızla yamamak da bize bir tutarlılık duygusu verir. Sonuçta, bilmediğimiz şeyler yerine bildiğimiz az şeylerle yetinmek çoğu zaman daha rahattır. İnsanların “cehalet mutluluktur” deyişini benimsemesi boşuna değildir. Burada kastedilen cehalet, karanlığa gönüllü bir alış hali, kişinin kendi sınırlarının farkında olmadan yaşamasının getirdiği rahatlıktır.

Zihinsel karanlığa alışma süreci, bir bakıma kendini koruma içgüdüsüyle de birleşir. Kendi düşünce hapishanemizin sınırları içinde neyin mümkün neyin imkânsız olduğunu öğrenir ve bu çerçeveyi kabulleniriz. Diyelim ki küçük yaşta yaratıcı yetenekleri köreltilen bir çocuk, ileriki yıllarda yaratıcı bir alanda başarıyı kendisi için “imkânsız” görecek hale gelir. Bu aslında ona dışarıdan öğretilmiş bir sınırdır; ancak çocukluğundan itibaren bu fikre maruz kaldığı için, artık bu sınırı yadırgamaz, hatta fark etmez bile. Kendi potansiyel karanlığında yaşamayı öğrenmiştir.

Alışma süreci ilerledikçe, zihinsel hapishanenin duvarları iyice görünmez olmaya başlar. Başlangıçta rahatsız edici gelen sınırlar, zamanla o kadar doğal hale gelir ki, onlara “sınır” demeyi unuturuz. Aşina olduğumuz bir odada karanlıkta bile adımlayarak yürümeyi öğrenmek misali, zihnimiz de sınırlı dünyasında artık engele çarpmadan hareket etmeyi öğrenir. Parmaklıklar, görüş alanımızın kenarlarında silikleşir; düşüncelerimiz hep aynı dar koridorda gidip geldiği halde, sanki özgürce dolaşıyormuşuz gibi hissederiz. Karanlığı ışık sanmaya başladığımızda, elbette gerçek ışığı arama ihtiyacı duymayız. Zihin hapishanesinin belki de en sinsi yanı budur: İnsan, içinde bulunduğu karanlığı kanıksar ve onu terk etmeyi artık aklına bile getirmez.

Elbette her alışma tam bir gönüllü kabulleniş anlamına gelmez; zihin bir yandan alışırken, derinlerde bir yerde bir huzursuzluk da kıpırdanıyor olabilir. Fakat bu huzursuzluk genellikle bastırılır veya tanımlanamaz bir tedirginlik olarak kalır. Tıpkı karanlığa alışmış gözlerin arada bir hayali ışık pırıltıları görmesi gibi, zihin de alıştığı düzen içinde zaman zaman “Acaba başka bir şey var mı?” diyen sezgiler duyabilir. Ancak hapishanenin içinde kalmak, dışarısını bilememenin getirdiği bir güvenlik duygusu da sağlar. Bu nedenle çoğu zaman sonraki adım, karanlığı bütünüyle benimsemek, hatta onu savunmak yönünde olur. Karanlığa iyice alışan insan, artık o karanlığın konforuna tutunur hale gelir. Bu da bizi zihinsel hapishanenin bir sonraki perdesine, parmaklıkları kutsallaştırma evresine götürür.


Parmaklıkları Kutsallaştırma

Zihinsel hapishaneye iyice alışan insan, bir süre sonra parmaklıklarını sorgulamayı bırakmakla kalmaz, onları kutsal addetmeye başlayabilir. Alıştığı karanlığı ve sınırlılığı koruması gereken bir düzen olarak görür. Kendi düşünce dünyasındaki duvarlar ona göre “bozulmaması gereken” duvarlardır artık. Hapseden fikirler, dokunulmaz doğrular mertebesine yükselir. Adeta mahkûm, “madem buradan çıkamıyorum, öyleyse burada kalmamın bir hikmeti olmalı” diyerek prangalarını sahiplenecek bir zihniyete bürünür. Bu noktada zihin, bir tür rasyonelleştirme ile mevcut durumunu yüceltir: Kendi kendine, içinde bulunduğu kafesin aslında bir sığınak olduğunu telkin eder.

Gündelik hayatta bunun sayısız örneğini görebiliriz. Diyelim ki bir kişi, yıllardır benimsediği bir ideolojiyi veya inancı tüm benliğiyle içselleştirmiş olsun. Bu kişi, söz konusu inanç sisteminin eksik veya hatalı olabileceği ihtimalini aklına getirmek yerine, onu mutlak hakikat olarak savunmaya yönelir. Kendi görüşlerini destekleyen argümanları durmaksızın tekrarlar, aksi fikirleri ise sadece yanlış değil, belki ahlaken de tehlikeli ilan eder. Mesela bazı katı dinî veya siyasî çevrelerde, mevcut öğretileri sorgulamak bir tür küfür veya ihanet sayılır. Bu zihniyette biri için, inandığı doktrin o kadar kutsaldır ki, farklı bir bakış açısı hapishanenin duvarlarında gedik açabilecek bir tehdit gibi algılanır. Sonuçta, birey kendi elleriyle ördüğü duvarları korumak için nöbet tutmaya başlar.

Bu olgu, psikolojide “Stockholm sendromu” adı verilen durumu andırır. Kişi, kendisini tutsak eden şeye karşı tuhaf bir sadakat geliştirir. Zihinsel düzlemde de benzer bir biçimde, bizi sınırlayan fikirlerimize karşı duygusal bir bağlılık beslemeye başlayabiliriz. Diyelim ki bir düşünceyle uzun yıllar yaşadık; o fikir bizi ne kadar kısıtlasa da, artık onu bir parçamız sayarız. Onu bırakmak, kimliğimizin bir parçasını yitirmek gibi gelir. Bu nedenle, o fikri eleştirenlere karşı savunmacı bir tavır takınır, hatta gerekirse agresifleşiriz. Bir bakıma, zihnimizin gardiyanlığı görevini biz üstleniriz: Kendi kendimizin polisi, sansürcüsü haline geliriz.

Filozof Michel Foucault, modern toplumda iktidarın baskı uygulamaktan ziyade bireylerin zihnine sızarak onları kendi kendilerinin gardiyanı haline getirdiğini söyler. Foucault’nun ünlü Panoptikon metaforunda, ortada görünen bir gardiyan olmasa bile mahkûmlar kendilerini daima izleniyor varsayar ve her adımlarını disipline ederek kurallara uyarlar. Zamanla dışsal bir zorlama olmaksızın, bireyler iktidarın belirlediği normları içselleştirir; yanlış yapmamak için değil, o normları korumak için çaba gösterir hale gelirler. Böylece toplumsal düzenin parmaklıkları, zihinlerde kutsallaştırılmış normlar olarak yeniden üretilir. Foucault bu durumu “ruhun bedenin hapishanesi haline gelmesi” şeklinde ifade eder: dışarıdaki zorlama içeride, insanın “ruhu”nda, yani bilincinde bir oto-kontrol mekanizmasına dönüşmüştür. Artık birey, içselleştirdiği değerleri sorgulamayı değil, onlara itaat etmeyi ve onları savunmayı kişisel bir erdem sayar.

Zihinsel parmaklıkların kutsallaştırılması, sadece otoriter ideolojilerle sınırlı değildir. Günlük yaşamda da insanlar kendi alışkanlıklarını, alışageldikleri düşünce kalıplarını neredeyse törensel bir önemle muhafaza edebilir. Örneğin, yıllarca aynı yöntemi kullanarak çalışan bir bilim insanı, yeni bir paradigmanın gerekliliği karşısında eski yöntemini hararetle savunabilir; çünkü o yöntem, onun zihninde bilimin “doğru” yolunun simgesi haline gelmiştir. Benzer şekilde, belli bir yaşam biçimine saplanıp kalmış bireyler, farklı bir yaşam biçimini değersiz ya da tehlikeli ilan ederek kendi duruşlarını yüceltir. Bu sayede değişime gerek olmadığına dair bir güven duygusu pekiştirirler.

Elbette, parmaklıkları kutsallaştıran zihin için karşıt fikirler ve yenilik girişimleri tehditkâr görünür. Platon’un mağarasındaki tutsaklar misali, biri çıkıp “aslında gördüğümüz gölgeler sahte” dediğinde, ilk refleks bu iddiayı reddetmek ve gölgelerin hakikatine daha da sıkı sarılmak olur. Hatta hatırlarsak alegoride mağara sakinleri, özgür kalıp geri dönen arkadaşlarını öldürmeye bile kalkışırlar; çünkü onların kutsal bildiği düzeni sarsmaya yeltenmiştir. Günümüz dünyasında da, benimsediği fikirleri sorgulanınca saldırganlaşan, sosyal medya tartışmalarında kendi düşünsel tarafını ateşli biçimde savunurken adeta “karşı tarafın yok olmasını” dileyecek noktaya gelen insanlar görmek şaşırtıcı değildir. Bu, zihnin kendi hapishanesini koruma refleksidir.

İçerideki düzeni kutsallaştıran zihin, özgürlüğü bir tehdit olarak algılamaya başlamıştır. Artık tartışmaya açık hiçbir nokta bırakmak istemez; duvarlarında en ufak bir çatlak oluşmasın diye etrafına duvar üstüne duvar ören bir kaleci gibidir. Bunda, bir önceki aşamanın yani karanlığa alışmanın getirdiği korkuların payı büyüktür. Kişi, aşina olduğu sınırların ötesine adım atmanın dehşetini sezdiği için, o sınırları aşılmaz surlar haline getirmeye çabalar. Ne var ki bu durum uzun vadede sürdürülebilir değildir: En küçük bir sarsıntıda bile kutsal parmaklıklar çatırdayabilir. Zihnin kendini güvende hissetmek adına inşa ettiği bu putperestçe bağlılık, çoğu zaman bastırılmış bir korkunun da göstergesidir. Nitekim kutsallaştırılan her dogma, içinde bir kuşkunun izini taşır; aksi olsaydı, onu cansiperane savunmaya gerek kalmazdı.

Bu noktada zihinsel hapishanede çatırdamalar baş gösterebilir. Parmaklıklara duyulan sarsılmaz güven, beklenmedik bir etkiyle sarsılabilir ve bu durumda içerideki mahkûmun psikolojisi altüst olur. Kutsal saydığı değerlerin bile mutlak olmadığını hissetmek, zihinde korkunun filizlenmesine yol açar. İşte bu korku, hapishaneden çıkış isteğiyle iç içe geçen bir duygudur. Zihin hapishanesinin üçüncü aşamasında, çıkma isteğiyle gelen korku sahne alır.


Çıkma İsteğiyle Gelen Korku

Zihinsel hapishanede yıllarca kalmış bir insanın içine bir gün çıkma arzusu doğabilir. Fakat bu arzu kapıyı aralar aralamaz, eşiğinden beliren parlak ışık aynı anda ürkütücü bir gölge de düşürür yüreğine. Bilinmeyen, heyecan kadar korku da verir. Uzun süre karanlık bir odada oturan birinin aniden güçlü güneş ışığına çıktığındaki kamaşma ve paniği düşünelim. Gözleri acıyla kısılır, eski karanlığına dönmek ister bir an. İşte zihnin durumunda da, alıştığı düşünsel çevrenin dışına adım atma fikri bir yandan özgürlük çağrısı yaparken öte yandan derin bir endişeyi tetikler. Mahkûm, parmaklıklar ardında geçirdiği onca zamandan sonra, dış dünyanın genişliğinde kaybolmaktan korkar.

Bu korkunun pek çok nedeni vardır. En başta, bilinmezlik korkusu gelir. Zihnin hapishanesi ne kadar kısıtlayıcı olsa da tanıdıktır; dışarısı ise belirsizliklerle doludur. İnsan aklı, belirsizi her zaman potansiyel bir tehlike olarak algılama eğilimindedir. Bu yüzden, yıllarca aynı işte çalışıp mutsuz olan bir kişi bile, yeni bir işe geçmenin belirsizliği karşısında o mutsuz işi bırakmaktan çekinebilir. Benzer şekilde, bütün hayatını belli bir inanç dogmasının sıcak kozasında geçiren biri, o kozadan çıkıp farklı fikirlerle yüzleşmeye çekinir. Zihin kısık bir sesle sorar: Ya dışarısı burada olduğumdan daha kötü ise? Bu soru, hapishanede kalmayı telkin eden bir korkunun özüdür.

Ünlü düşünür Erich Fromm, Özgürlükten Kaçış adlı eserinde insanların mutlak özgürlüğün getirdiği belirsizlik ve sorumluluktan kaçıp, otoriteye veya alışkanlıklara sığınabildiklerini anlatır. Gerçekten de özgürlük, teoride cazip görünse bile, pratikte büyük bir yük ve risk getirebilir. Özgür birey, kılavuzsuz kalma ihtimaliyle, kendi kararlarının tüm ağırlığını omuzlarında taşıma zorunluluğuyla yüz yüze gelir. Varoluşçu felsefede buna “kaygı” adı verilir: İnsan, uçsuz bucaksız bir özgürlük alanında yönünü yitirme endişesiyle dolar. Jean-Paul Sartre, insanın “özgürlüğe mahkûm” olduğunu söylerken, aslında bu ağır yükü ima eder. Dolayısıyla, zihnin duvarları yıkıldığında karşılaşacağı o engin boşluk, heyecan verici olduğu kadar ürperticidir de.

Zihinsel hapishaneden çıkma eşiğine gelen kişi, kendisini iki zıt kuvvetin çekiştirdiğini hisseder: Bir yanda bilinmeze atılma cesareti veren merak ve özgürlük tutkusu, diğer yanda güvenli karanlıkta kalmaya çağıran korku. Bu durumda bazen bir ileri iki geri adımlar atılır. Kişi, ufkunu genişletecek bir kitabı eline alır, ama okudukça rahatsız olur, yarıda bırakıp eski rahat kitaplarına döner. Ya da hayatında köklü bir değişiklik yapmaya niyetlenir; tam adım atacakken aklına binbir felaket senaryosu üşüşür ve vazgeçer. Bu tereddüt anları, zihnin duvarlarının hem aralandığı hem de hızla geri kapandığı anlardır. Tıpkı karanlık bir mağaranın girişine yaklaşıp dışarıdan gelen aydınlık karşısında gözleri kamaşan birinin geri sıçraması gibi, zihin de bilinmezin ışığına ilk maruz kaldığında geriye, bildik karanlığa sığınma refleksi gösterir. Zihin için olumsuz bir rutin ya da deneyim dahi güvenli olarak kodlanabilir. 

Edebiyatta ve popüler kültürde bu psikolojinin örnekleri meşhurdur. Matrix filminde, gerçeğin çorak ve zor dünyasındansa yapay bir cennet olan Matrix’te kalmayı tercih eden Cypher karakteri, özgürlük korkusuna ikonik bir örnektir. Benzer biçimde, uzun yıllar cezaevinde kalıp salıverilen bazı mahkûmlar, dış dünyanın sorumluluk ve belirsizliklerine dayanamayıp bilerek suç işleyerek geri dönmeyi ister hale gelirler. Çünkü hapishane, tüm kısıtlarına rağmen tanıdık ve kontrollü bir çevredir; dışarısı ise fazlasıyla komplike ve tekinsiz görünür. İnsan zihni, meçhul bir cennetdense bildik bir cehenneme razı olmayı tuhaf biçimde daha makul bulabilir.

Elbette bu korku evresi herkes için aynı seyretmez. Bazı kişiler için hapishaneden çıkma arzusu korkuyu yener; onlar “ya olursa?” umuduyla risk alıp adım atarlar. Ancak birçokları için korku galip gelir ve birey, hapishanesinin kapısını kendi eliyle kapatır. Kimi zaman da, zihin bu ikilem içinde uzun süre bocalar; ne bütünüyle kalmaya ne de tamamen çıkmaya karar verebilir. Böyle durumlarda, zihinsel bir gerilim en üst noktaya ulaşır. Duvarların ötesine duyulan özlem ile duvarları terk etme korkusu, dayanılmaz bir baskı oluşturur.

Ne var ki zihnin yapısı, sonsuza dek bir ikilemde kalmaya elvermez. Öyle ya da böyle, bir kırılma anı gelecektir. Ya korku galip gelip mahkûm, hapishanesine sonsuza dek kapanacak; ya da cesaret korkunun eşiğini aşıp duvarlara yüklenmeye başlayacaktır. Zihin için en karanlık an, çoğu zaman şafağın sökmesinden hemen öncesine rastlar. Kişi, korkularıyla yüzleşebildiği takdirde, hapishanesinin duvarlarında çatlaklar büyümeye başlayacaktır. Korkunun kendisi, bir uyanışın işareti de olabilir: İnsan, gerçek anlamda korkmaya başlamışsa, artık gerçekten bir şeylerin farkına varmış demektir. Uzun süre karanlıkta oturan birinin, nihayet ışığı gördüğü anda gözlerinin acıması gibi, zihnin acı çekmesi de yakında yeni bir gerçeğe uyanabileceğinin habercisidir.

Öyleyse, eğer zihin bu korkuyu yenebilirse, sırada hapishanenin duvarlarını yıkmak vardır. Artık eşiğe kadar gelip duran, titreyen ama kararlı bir figür vardır karşımızda. Bu figür, yani özgürlüğe açılan kapının eşiğindeki zihin, son bir hamleyle prangalarını kırmak üzeredir. Duvarlar sembolik de olsa yıkılmaya yüz tutmuştur. İşte şimdi, zihinsel duvarların yıkılışına, özgür düşüncenin ufkuna doğuşuna tanık olma vaktidir.


Zihinsel Duvarların Sembolik Yıkılışı

Korkunun eşiğinde titreyen zihin, cesaretini topladığı anda büyük bir dönüşüm yaşanır: Zihinsel duvarlar sembolik de olsa yıkılmaya başlar. Yıllardır dar kalıplar içinde düşünen biri, ilk defa o kalıpların dışına adım attığında, sanki karanlık bir hücrenin duvarları bir bir tuzla buz olur. Bu andan itibaren, düşünce ufku inanılmaz bir genişlik kazanır. Aydınlığa çıkmanın verdiği ferahlık ve coşku, tarif edilemez bir özgürlük hissi getirir. Eski prangalarından kurtulan zihin, önce bir boşlukla karşılaşır – tıpkı demir parmaklıkları yeni kırılmış bir mahkûmun, alıştığı dar hücrenin dışındaki engin dünyada sendelemesi gibi. Fakat kısa bir şaşkınlığın ardından adımlarını atmayı öğrenir; artık ufuk, duvarların çizdiği sınır değil, bizzat ufkun kendisidir.

Bu aşamada insan, zihninin sınırlarını kendi eliyle aştığı için, düşünce dünyasında gerçek bir özerklik kazanır. Anlam, artık dışarıdan dayatılan bir kalıp olmaktan çıkar; kendi anlamlarını yaratabileceğini, dilerse onları değiştirebileceğini fark eder. Bir zamanlar mutlak sandığı hakikatlerin aslında yorumdan ibaret olduğunu görebilir. Wittgenstein’ın deyişiyle, zihni uzun süre taşıyıp yükseldiği merdiveni en sonunda arkasından itip atar – yani kendi düşünce araçlarının dahi esiri olmaktan vazgeçer. Jacques Derrida da Batı düşüncesinin katı karşıtlıklar ve tanımlar üzerine kurduğu anlam duvarlarını sarsmak için “yapısöküm” yöntemini önerirken benzer bir özgürleşme çabasını dile getirir. Alışıldık metinleri parçalayarak okuduğumuzda, dilin bizi hapsettiği çerçeveleri kırabileceğimizi, böylece yeni anlam imkânlarına kavuşabileceğimizi savunur.

Zihinsel duvarların yıkılışı elbette bir son değil, belki da yeni bir başlangıçtır. Her özgürleşen zihin, ufkunu genişlettikçe daha önce görmediği başka engellerle de yüzleşebilir. Bir hapishaneden çıkan kişi, kendini bir sonraki, daha büyük hapishanenin avlusunda bulabilir – en azından böyle bir risk her zaman vardır. Nitekim her fikir bir tutsaklık potansiyeline sahipse, insanın tamamen özgür bir zihin durumuna erişmesi ideal bir hedef olarak kalır. Önemli olan, yeni fikirlere de dogmatik bağlarla bağlanmamayı öğrenmiş olmaktır. Zihinsel duvarlarını yıkmış bir kişi, artık şunun bilincindedir: Sorgulamadığı her düşünce, onu yeniden tutsak alabilir. Bu bilinç, özgürlüğün sürekliliğinin tek güvencesidir.

Duvarları yıkılan zihin, dünyaya bambaşka bir berraklıkla bakmaya başlar. Artık gölgeler dünyasından çıkmış, hakikatin ışığına gözlerini alıştırmıştır. Platon’un mağarasından kurtulan mahkûmun güneşe bakmaya alışması gibi, özgürleşen birey de başlangıçta afalladığı gerçekliği zamanla doğal haliyle kucaklar. İçsel bir devrim yaşamıştır: önceden dilin, kültürün veya öğretilerin kalın duvarları arasından seçip filtreleyerek gördüğü şeyleri şimdi doğrudan, bütün zenginliğiyle görür. Bu, yaratıcılığın da patlama yapabileceği bir andır – zihin artık daha önce imkânsız saydığı bağlantıları kurar, yenilikçi fikirler üretir, hatta kendini aşarak kendini yeniden yaratır.

Böylesi bir özgürleşme deneyimi yaşayan kişi için, hapishaneye geri dönmek tahayyül dahi edilemez. Eskinin dar kalıpları, artık uzaktan bakıldığında anlamsız veya çocukça görünebilir. Birey, bir zamanlar “kutsal” saydığı duvarların aslında kartondan birer dekor olduğunu idrak eder.

Bununla birlikte, başkaları hâlâ o duvarların içinde yaşadığından, onlara karşı anlayış ve sabır geliştirebilir; zira kendisi de bir zamanlar oradaydı. Özgürleşen zihin için yeni bir sorumluluk doğar: Kendi deneyimini başkalarıyla paylaşma ve mümkünse onların duvarlarında da çatlaklar oluşturma sorumluluğu. Ancak bilgece bir tutumla, kimseyi zorlamadan, sadece ışığın varlığını göstererek… Nitekim hakiki özgürlük, başkalarını zorla çekip çıkarabileceğimiz bir şey değil, yalnızca ilham olabileceğimiz bir süreçtir.

Son kertede, “zihin hapishanesi” metaforu bize önemli bir içgörü kazandırır: İnsanın en büyük tutsaklığı, kendi yarattığı düşünce kalıplarıdır; ve en büyük özgürlüğü de, yine kendi iradesiyle bu kalıpları kırabilmesidir. Bu özgürleşme ne kolay ne de tamdır; insan belki ömrü boyunca farklı seviyelerdeki hapishanelerden kaçmaya devam edecektir. Özgür düşünce, bir varış noktası değil, sürekli bir çabadır. Önemli olan, kişinin kendi zihninin gardiyanı olduğunu unutmaması ve her yeni fikrin hem bir aydınlanma, hem de potansiyel bir tutsaklık olabileceğinin farkında olarak yaşamasıdır. İşte ancak bu farkındalıkla, yeni duvarlar inşa etmeden, açık bir ufukta yol alabiliriz.


Volkan ÇELİK

 Öne Çıkanlar

 

Benzer Sayfalar



Not: HTML'e dönüştürülmez!
    Kötü           İyi