
ZİHİN HAPİSHANESİ
"İyilik ve kötülük, insan istencinin iktidar araçlarıdır. Yüzeyde çatışan karşıtlar gibi görünseler de, özünde aynı kökten beslenen ve arzunun farklı maskeleri altında kendini tekrar eden figürlerdir."
Zihin Hapishanedir: İnsan kendini karanlığa kitlerse şayet;İçeride duvarlar dökülür, anlamlara bir sis çöker.Hiçlik varlığı işgal eder, ölüm yaşamı alıkoyar.Bütün hevesler böylelikle cansız ve bitkin düşer, düşünceler korkak ve zavallıcadır ve en acısı şudur: mahkûm artık zincirlerini sevmeye başlar. Kendi fikrinin paslı parmaklıklarını özgürlük zanneder. Zihnin içinde kurduğu düzene, ona acı verse bile, bir sadakatle sarılır. Çünkü dışarısı bilinmezdir, bilinmezlik ise korkudur.O yüzden kişi, karanlığın içinde kıvrılır ve sessizce çürümeyi seçer. Çürümenin adına da bazen “gerçekçilik”, bazen “tecrübe”, bazen de “kader” der. Ama o hep aynı hücrede kalır. Zihinsel mahpusluk, içeriden kilitlenmiş bir kapının önünde durup anahtarı cebinde unutmaktır.
Yıllar önce yukarıdaki bu kısa yazıyı kaleme alırken, iki farklı filozofun aforizmalarından esinlenmiştim. İlki, Bertrand Russell’ın “Düşüncelerim uğruna ölmeyi göze almam çünkü yanılıyor olabilirim” sözüydü. Diğeri ise Nietzsche’nin şu aforizmasıydı: “Deri değiştirmeyen yılan ölmeye mahkûmdur; bu, fikirlerini değiştirmeyen zihinler için de geçerlidir.”
Bu sözler benim için bir dönüm noktasıydı. Çünkü zihnimde, kendi küçük hapishanemi taşıdığımı fark ettim; düşüncelerimi, ilke edindiğim bir kalıbın içine gizlemiş, “prensip” dediğimiz o katı duruşu da sanki onlara siper etmiştim.
Zira “zihin bir hapishanedir” metaforu da bu farkındalıkla türemiştir. Kimi insan, zihnini baştan aşağı bir hapishaneye çevirirken, kimisi sadece küçük bir odasını bu amaçla kullanır. Körü körüne inanışlardan ya da aynı şekilde katı reddiyelerden doğan bu zihinsel tutsaklığı, daha felsefi bir çerçevede ele almayı ve bu metaforun derinliğini irdelemeyi amaçlıyorum.
Giriş
Zihin hapishanedir; her fikir bir tutsaklık yaratma potansiyeline sahiptir. Bu çarpıcı iddia, ilk anda zihnin özgürleştirici gücüyle ilgili yaygın inancımıza ters düşer. İnsan zihni genellikle merakın, yaratıcılığın ve özgür iradenin kaynağı olarak yüceltilir. Ancak bu denemede tartışacağımız üzere, zihin aynı zamanda kendi duvarlarını ören, kendi parmaklıklarını inşa eden bir hapishane de olabilir. Düşüncelerimiz, anlam dünyamızı yapılandırırken farkında olmadan bizi sınırlar; her yeni fikir ufkumuzu genişletmek kadar, bizi belirli bir bakış açısına hapsetme riskini de taşır.
Zihinsel hapishanenin duvarları elle tutulmaz, gözle görülmez; bu yüzden çoğu zaman onları fark edemeyiz. Bir hücrenin içindeyken dışarıyı bilmeyen bir mahkûm gibi, biz de zihinlerimizin sınırları içinde doğar ve büyürüz. Örneğin dil, daha en baştan içine doğup benimsediğimiz zihinsel bir zindandır. Ünlü filozof Ludwig Wittgenstein, “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” diyerek düşüncenin dil tarafından kuşatıldığını vurgular. Gerçekten de pek çok düşünür, insanoğlunun dile mahkûm olduğunu ileri sürmüştür; öyle ki dil, kimsenin kaçamadığı yüksek güvenlikli bir hapishane gibi görülmüştür. Kelimeler, kavramlar ve anlamlar, dünyayı algılama ve ifade etme biçimimizi belirlerken aynı zamanda bizleri belirli düşünce kalıplarının içine hapseder.
Benzer şekilde, zihnimizdeki her inanç ve her anlam haritası, bir yandan hayatı anlamlandırmamızı sağlarken diğer yandan kendi mutlak gerçekliğimiz gibi benimsediğimiz birer duvara dönüşebilir. Bir süre sonra bu duvarların ardındaki loşluğu “normal” kabul etmeye başlarız. Özgürce düşündüğümüzü sanırken aslında belli paradigmaların, dil oyunlarının ve görünmez kısıtlamaların içinde dolanır dururuz. Zihin-hapishane metaforu tam da bu durumu ifşa etmeyi amaçlar: insanın kendi düşüncelerinin mahkûmu oluşunu.
Bu denemede, zihin-hapishane metaforunun felsefi derinliklerine inmeye çalışacağız. Bunu yaparken anlam, zihin ve dil felsefesi ekseninde hareket edecek; kendi zihnimizin inşa ettiği prangaları nasıl fark edip aşabileceğimize dair bir sorgulama yürüteceğiz. Tartışmamızı dört temel bölümde derinleştireceğiz: Önce karanlığa alışma sürecini, yani insanın zihinsel sınırlarına alışıp onları kanıksama durumunu ele alacağız. Ardından parmaklıkları kutsallaştırma başlığı altında bireylerin kendi düşünsel kısıtlarını nasıl kutsal, değişmez gerçekler haline getirdiğini irdeleyeceğiz. Daha sonra çıkma isteğiyle gelen korkuyu, yani zihin hapishanesinden kurtulma arzusunun beraberinde getirdiği ürperti ve endişeyi inceleyeceğiz. Son olarak, zihinsel duvarların sembolik yıkılışı bölümünde zihnimizin duvarlarını nasıl sarsıp özgürleşmenin imkânını yaratabileceğimizi tartışacağız.
Bu yolculuk boyunca zaman zaman ben-anlatıcının iç sesi de kendini hissettirecek; bir düşünce mahkûmu olarak kendi deneyimlerime dair sezgiler de dile gelecektir. Fakat çoğunlukla merkeze alacağımız şey düşüncenin kendisi olacak. Zihin-hapishane metaforu etrafında, anlamın, zihnin ve dilin nasıl iç içe geçerek hem hapishaneyi inşa ettiğini hem de olası bir firarın anahtarını barındırdığını keşfetmeye çalışacağız. Okuyucu, sayfalar ilerledikçe zihinsel hapishanenin doğasına, onu inşa eden dile ve anlamlara, ve nihayetinde özgürleşmenin imkânına dair çarpıcı sorularla baş başa kalmaya davet edilecek. Şimdi, gözlerimizi karanlığa alıştırdığımız o ilk ana, zihinsel kısıtlarımızla ilk yüzleştiğimiz o sürece doğru adım atalım.
Karanlığa Alışma Süreci
Elektrikler kesildiğinde zifiri karanlık bir evde tek başına kaldığımızı varsayalım. İlk anda gözlerimiz hiçbir şey seçemez, panikle el yordamıyla duvarları yoklarız. Fakat birkaç dakika geçince tuhaf bir şey olur: Gözlerimiz karanlığa uyum sağlar ve etraftaki eşyaların siluetlerini seçmeye başlarız. Artık o karanlık, ilk andaki kadar mutlak değildir; belirsiz şekiller arasında zayıf da olsa bir düzen sezilir ve bu da bize tuhaf bir rahatlama verecektir. Sonra o korkutucu boşluk, yerini kabullenilmiş bir loşluğa bırakır.
Zihnin karanlığa alışması da buna benzer. Bilmediğimiz, anlamlandıramadığımız bir durumla ilk karşılaştığımızda şaşkına döneriz; fakat zamanla belirsizliği kendi kavrayışımızla doldurmaya başlarız. İnsan zihni, karşılaştığı eksik bilgi veya dar perspektif karşısında bir anlam örüntüsü yaratmaya yatkındır. Göz, loş ışıkta seçemediği ayrıntıları zihinle tamamlar; zihin de karanlıkta göremediği “büyük resim”i varsayımlarla doldurur. Böylece içinde bulunduğumuz sınırlı gerçekliği, sanki tam bir bütünmüş gibi yaşamaya devam edebiliriz.
Alışma sürecinin paradoksu da burada yatar: Sınırlı bir gerçekliğe ne kadar uzun süre maruz kalırsak, onun sınırlı olduğunu fark etmemiz de o kadar zorlaşır. Karanlığı “normal” hale getiren, en sonunda onu görünmez kılan bir duyarsızlaşma yaşarız.
Bu olgunun klasik bir örneğini Platon’un Mağara Alegorisi’nde görmek mümkündür. Mağaranın dibinde zincirlenmiş tutsaklar, doğduklarından beri önlerindeki duvara vuran gölgelerden başka bir şey görmemiştir. Var olan tek şeyin o gölgeler olduğunu sanırlar; zira gerçek nesnelerin asıl biçimlerini hiç görmemişlerdir. Mağaranın loş karanlığı onlar için hayatın olağan ortamıdır. Gölgeler dünyasını kendi aralarında isimlendirir, yorumlar, hatta bir düzen kurarlar.
